ATEŞİN PEŞİNDE KOŞARKEN ÖĞRENDİKLERİMİZ ya da TAŞ DEVRİ ASLINDA NASILDI?

IMG_9243 (1)

Pek filim izlemem. Yıllarca kendimi filim sevmiyor sandım, meğerse ben sanat filmi severmişim 😀 Sıkıcı olanlarını değil ama, görsel şölen şeklinde gelişenleri: Renkler, ışıklar, makyaj, ortam… Alsın beni götürsün başka bir dünyaya. Kasvetli filim sevmem, dram sevmem, trajedi izlemem, korku filmi aman aman kaçarım hemen. Ama geçenlerde canım eski bir Fransız filmi olan La Guerre du Feu’yu tekrar izlemek istedi (eski Fransız filmi deyince tüyleri diken diken olanlar burda mı?) Görsel şölenli sanat filmleri, HD belgeseller, acayip efektler görmüş gözlerim ve zihnim, 80’lerin VHS kalitesinde, renk skalası – herhalde kasten – kısıtlı tutulmuş, göreceli durağan bir filmi ilk anda beğenemiyor. Ama ortam, karakterler ve olanlar o kadar sıradışı ki, kilitlenip kalıyoruz filme.
Çünkü filim, taş devrinde geçiyor.
Teorik olarak biliyoruz di mi taş devri? Şeyi falan da izlemiştik, Flintstones, Çakmaktaşlar? Hani ateş çok değerliymiş de, mağara adamları avlanıyormuş da, aslanlara kaplanlara yem oluyorlarmış, yaşlanamadan ölüyorlarmış, hayvan postlarına sarınıyorlarmış, mağaralarda yaşıyorlamış falan filan… Bunları böyle yazmak ve okumak başka, biri gerçekçi görünen bir filim yapıp önünüze koyduğunda bambaşka.

Daha önce Neandertal’i bir aşağılama sözcüğü olarak kullanmış olabilirsiniz ama filmin ilk sahnesinde (sanırım Homo erectus olan) kana susamış insansı gorilimsiler bir grup Neandertal’e saldırınca kendimizi Neandertallere acırken buluyoruz: Ortalık bayram yerine dönüyor, kollar bacaklar kopmuş, Neandertaller dondurucu soğuklarda bir bataklığa sığınıyorlar ve bir bakıyorlar ki yanlarında fenerimsi bir şeyde taşıdıkları ateş sönmüş… Ve bu arkadaşlar ateş yakmayı bilmiyor… Dı dı dı dımmmm. Al sana filim.

Üç babayiğit Neandertal gruptan ayrılıp ateş aramaya çıkıyorlar. Ateş nerede bulunur? Neye göre gidiyorlar? Bunları bilmiyoruz çünkü filim, dilin icat edilmediği bir zamanda geçiyor, bizim ateş arayanlar inlemeler ve bağrışlarla anlaşıyorlar. Yolda Homo sapiens de ortaya çıkıyor ve Neandertal abiler bazı unutamayacakları dersler alıyorlar – gülmeyi öğreniyorlar mesela. Başka bir sürü şey, filmi izleyin. Tarihin ilk romansı bile yaşanıyor, öyle diyeyim.

Bu nadide filmi ilk izleyişimde “insan” dediğimiz şeye, kendime, insanlığıma bakışım radikal bir değişime uğramıştı. Kurgu da olsa, nereden gelmiş olabileceğimizi görmek çok etkileyici. Yasak, ayıp ve günahın olmadığı zamanlardan bahsediyoruz. Özgürleştirici mi geldi? Yoksa yasak, ayıp, günah olmasa insanlar kontrolden çıkar, diye düşünüp gerildiniz mi? İkinci izleyişimden sonra, ben de bu iki uç arasında gidip geldim. İnsan çok vahşi bir yaratık. Bir yanda bununla karşılaşmak, insanın kendi cinsine ve başka cinslere nasıl saldırabildiğini görmek dehşet verici. Ama bir yandan da, sinirlenince birbirimize vurmadığımız için, yani “medeni” olduğumuz için, vuranları da “mağara adamı” diye küçümsediğimiz için, tepkilerimizi içimize ata ata, dinlere, bi takım reislere uya uya bu hale, bu travmalı, doğayla uyumsuz, kendini bilmeyen hale gelmedik mi? Rahatsız olunca rahatsız edeni şöyle bi öteye itmek varken, nazikçe rica edicem çabası, bize biyolojik olarak nasıl bir fatura çıkarıyor farkında mıyız? Bütün bunların üstüne, insanlık için uzunca, ama dünya için çok çok kısa bir zaman önce mamut avlamış – mamut avlayacak fiziksel potansiyele sahip – insanları, gün ışığı almayan binalarda hareketsiz oturmaya mahkum ederseniz ne olur? Nereye gider o potansiyel, kasların, iradenin, bedenin gizli enerjisi?

Günümüzde gelişmiş toplumların temel sorununun doğadan kopmuş olmak olduğunu söyleyen bir sürü mühim kişi var. Doğadan kopmak yalnızca börtü böcekten, ağaçtan elma yemekten kopmak değil. Doğada şiddet var, hem de misliyle. Acı var, yara var, kan var, ölüm var, leşleri didikleyen akbabalar, içlerinde üreyen kurtçuklar var. Doğada düşünebildiğimiz tüm “kötü” şeyleri de içeren sonsuz bir döngü var. O döngüde şiddet de yerini alıyor, ve yerini bulduğu için her yeri kaplamıyor. Doğada her şeye yer var, her şeyin bir yeri var.

Bazen şu “sevgi” güzellemelerinin, Cem Yılmaz’ın “sevgi içimizde” diye dalga geçtiği kadar vahim olduğunu düşünüyorum. Şiddet de içimizde. Onu napıcaz peki? Nereye akıtalım, kime saldıralım, mızrak yapıp kendimize mi saplayalım? Bir benzetme olarak düşünürsek zaten hepimiz envai çeşit “mızrak”ler yapmışız ve onları kendimize, etrafımıza saplamakla da epeyce meşguluz. Nerede kaldı sevgi? İnsanın özü sırf sevgi midir, bir takım new age peygamberlerinin dediği gibi? Yoksa bir noktada özünde şiddet de olan Homo sapiens, özünde saf sevgi olan uzaylılarla falan mı melezlenmiş? Ortaya da böyle yerine göre kaymaklı ekmek kadayıfı, yerine göre patlıcan dolması, yerine göre acılı atom insanlar çıkmış? Hayırdır ya insanlık tarihi, neler oluyor?

Bence bilmediğimiz çok şey var.

Filim güzel, çok öneririm, size sevgilerimi gönderiyorum (şiddetlerim kişiye özel, kamuya açık değil, insanız neticede :D)

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir