amor vıncıt omnıa

Bir zamanlar dövme olarak taşımak istediğim bir deyişti: “Amor vincit omnia”. Eski Yunan şairi Vergilius demiş. “Aşk her şeyi fetheder” diye çevirirler bazen ama ben fetih laflarını sevmem, aşk her zaman ve her yerde kazanır, hatta “Aşk her şeyin üstesinden gelir”… Aşk, sevgi, şükür, teşekkür… Nasıl her şeyin üstesinden gelir?

Gençliğimde aşkı bir insanı şiddetle arzulamak sanardım. Ama içimdeki bilge aşkın aslında ne olduğunu biliyormuş demek ki, çünkü aşkta kazandığım falan yoktu, aksine sürekli kaybediyordum: Kendimi, zamanımı, güvenimi, hatta akıl sağlığımı… O, aşık olmakmış. Aşk olma halini ise ancak yogaya, harekete bulaştıktan sonra tattım, bazen yoga sonrası dinlenmelerde, bazen burnumdan ter damlayan bir yoğunlaşmanın ortasında… Ve bir de okyanusla ilk buluşmamda. O okyanusun kıyısında bütün olduk, tam olduk, birdik, dünya ve ben ayrımı yok oldu, biz olduk, aşk olduk. Aşk böyleymiş meğerse, öznesiz, nesnesiz bir bütün olma hali. Bulaşıcı ve geniş bir titreşim, kaynağın ta kendisi. Bizim hammaddemiz, yoğrulduğumuz hamurmuş aşk, geldiğimiz kaynağa verdiğimiz isimmiş. Bu yüzden amor vincit omnia, aşk her zaman ve her yerde kazanır, çünkü her şeyin kaynağında aşk varsa, aşktan başka kim kazanabilir?

Karanlık anımızda kaynağı hatırlamamız dileğimle, 
Aşkla.

SIRADAN MUCİZELER


Hamileyken hep aklıma takılan bir şey vardı.

Büyülü hissediyordum, yani şişmiş, sıkılmış, kısıtlanmış ve sürekli uykulu hissetmenin yanında, büyülü hissediyordum. İçimde hareket eden bebeği hissettikçe, onun uyuyup uyandığını, hatta sonraları acıktığını bile hissettikçe – m u c i z e diyordum, gerçekten /mucize/. 
Ve sonra zihnim soruyordu: 
“Mucize mi? 
Emin misin? 
Kediler de hamile kalıyor, doğuruyor. Beşer beşer. Her bahar. Hamam böcekleri de ürüyor, hem de çok başarılı bir şekilde. Dişinin tanımı doğurma potansiyelini içeriyor zaten. Hangi mucize? Mucize böyle kırk yılda bir olan beklenmedik şeylere falan denmiyor muydu? Üremek, doğurmak kadar sıradan bir şey nasıl mucize olabilir ki?”

Sonra, bebeğim bir yaşına yaklaşmaya başladığında, ayıldım. 

Çocuklarını bir ilkokul müsameresinde ezberden şiir okurken izleyen ebeveynlerin neden ağladıklarını anladım. O çocuk ellerine çaresiz bir bebek olarak doğmuştu, belki de biraz solucanı andırarak. O küçük solucanın adım adım insanlaşmasını izlemek, evrime – küçücük bir ölçekte de olsa – an be an şahit olmak çok acayip, çok /mucizevi/ bir deneyim. 
Ve bir o kadar da sıradan aslında. Her çocuk büyüyor. Hepsi aşağı yukarı aynı şeyleri öğrenip yapabilmeye başlıyor. Öyleyse nedir bu heyecan, bu gözyaşları?

Anladım ki, her “sıradan”ın içinde var bir “mucize”. 

Mucizeler nadiren görülen doğaüstü olaylar değil, gündelik yaşamımızın içine örülmüş ışıl ışıl parlayan iplikler aslında. Milyonlarca “olasılık” içinden “olan” a dönüşürken detay gibi gözüken ama bir araya gelince tüm yaşamımızı kapsayan altından iplikler. 

Anonim bir söz şöyle der: 
“Hayatı yaşamanın iki yolu vardır: Ya hiçbir şey mucize değilmiş gibi, ya da her şey mucizeymiş gibi.”

DÖNÜŞÜM BÖLÜM İKİ #icedonugungunlugu


Sabah uykusundayken
kafamda konuşan sesi farkedip
odaklandım. 

Hep aynı şeyi tekrarlıyordu
mantra gibi

“acıyı enerjiye dönüştür
acıyı enerjiye dönüştür 
acıyı enerjiye dönüştür

enerji için çalış
acı için ver

acıyı enerjiye dönüştür”

Benden bana mesaj varmış. Mesajı almayı seçiyorum. 

Acı nasıl enerjiye dönüştürülür bilmiyorum. 

Böyle belli başlı isimli bir acı da değil çektiğim. 
Herkesi sıkan koşullarda, aşağı yukarı herkes kadar.

Bu sabah itibariyle “herkes gibi” olma lüksüm kalmadı sanırım.
Acıyı enerjiye dönüştürmeliyim.
Emir büyük yerden.

Kendimden. 

DÖNÜŞÜM BÖLÜM BİR #icedonugungunlugu

Bunca yıldan sonra Kurtlarla Koşan Kadınlar’ı okumak çok değişik bir deneyim. KKK’ı ilk okuyuşumda, yıkıcı bir ilişkiden çıkan, kendiyle ilk kez tanışmanın arifesinde genç bir kadındım. Şimdi, tam 7 yıl sonra, yeniden okuyorum Vahşi Kadın’ı, ve Tolstoy’u yeniden okumak gibi bambaşka bir taraftan okuyorum. Ah Vahşi Kadın, rafta her göz göze gelişimizde biliyordum yeniden buluşacağımızı – ama bu buluşmayı evli, çocuklu, eve kapanmış, solgun bir Zeynep’le yapacağın hiç aklıma gelmemişti!

Öğrenmemiz gereken en büyük ders ölmesi gerekenin ölmesine, yaşaması gerekenin ise yaşamasına izin vermektir, demiş KKK.
Ve tam da bunca yıldır emekle inşa ettiğim, tanıdığım ve sevdiğim Zeynep’i, kendimi yitirdiğimi düşünürken, ölen Ben’in yasını tutmaktan yataklara düşmüşken (mecazen, yoksa ne gece ne gündüz yatak yüzü gördüğüm yok!), bu cümle çıkıyor karşıma. Ah! Ölmesine izin vermek: rutinden kaçan, doğaçlama yaşayan, maceracı, gözükara, asi Zeynep’in ölmesine izin vermek – ve doğmakta olan, ölen Zeynep’in hep çok sıkıcı, çok sınırlı, çok yazık bulduğu bu yeni Zeynep’i doğurmak – anaç, evcil, rutinli, temkinli, planlı, uykusuzluğa ve çocuk gürültüsüne dayanıklı, her anne kadar bıkkın ve yorgun olan, bu tanımadığım ve aslında tanımayı pek de istemediğim Zeynep’in doğmasına izin vermek – kendimde annemi görmek, artık genç olmadığımı, düşüncesiz, pervasız, beceriksiz olma lüksümün kalmadığını farketmek, farketmek yetmez, bir de K A B U L E T M E K –

Ne demiş, ölmesi gerekenin ölmesine, yaşaması gerekenin yaşamasına izin ver. 

Zeynep’in öteki yakasından sevgiler. 

KONUŞAN BALIK #icedonugungunlugu

bir çocuk varmış balık tutmaya gitmiş

oltası kırmızı ve sarı ve gömleği ilikliymiş

a! konuşan bir balık çekmiş gölden 
demiş balığa “dile benden ne dilersen” 
balıksa – konuşuyordu ya – “aman yarabbi!

konuşan bir çocuk yakaladım!” diye haykırmış 
çocuk o saat anlamış her şeyin tersine öğretildiğini

kaldırıp göle atmış kendini (boş kayık, sahipsiz olta, bir de kasket bulanlar:

anlamamışlar kararın sebebini: e tabi, 
herkese konuşan balıkları duymak nasip değil ki!) 

Analitikle romantiğin elele tutuşabileceğini lisede kimya derslerinde öğrenmiştim. Sıranın üstüne bir yana kimya defterimi açardım, bir yana yazı defterimi. Bir yandan kimya sorularına kafa yorarken bir yandan da kafamda dolaşan cümleleri yazı defterime kaydederdim. 
Her şeyin tersine öğretildiğini, insanların aslında karşısındakiyle değil hep kendisiyle konuştuğunu, asıl olanın – özün üstünün katman katman yalanla örtüldüğünü, ve sonuçta dünyanın zor ve kötülükle dolu bir yer olduğunu biliyordum 17 yaşımda. Biliyordum da, yakıştıramıyordum. Ben yanılıyorum herhalde, diye düşünüyordum. Etrafımdaki herkes bu zor yaşamı daha da zorlaştırıyor olamaz, yalan söylüyor olamazlar. Ben yanlış anladım herhalde. Yanlış yerdeyim. Belki başka yere gider, başka insanların arasına karışırsam gerçeği, doğruyu, özü bulabilirim…? Kötülüğün kurumsal ve küresel hale geldiği bu zamanda yaşamın her daim iyilikle, kolaylıkla, güvenle dolu olduğu bir yer bulamadım. Şimdi kucağımda taze bir yaşam, yeni doğmuş bir bebek var ve ben ona kötülükle ilgili ne söyleyeceğimi merak ediyorum. O da konuşan balıkları duyan cinsten olacak, biliyorum. O da kaldırıp kendini göle atacak belki de, konuşan balıkların dünyasında konuşan bir çocuk olmak için. Tersine öğretilenler bir yana, belki de söyleyecek tek bir şey var: Yaşamda kötülük iyilik kadar yaygın ve bir o kadar geçicidir. 
Geçecek!

İÇEDÖNÜĞÜN GÜNLÜĞÜ: BİR BAŞLANGIÇ #icedonugungunlugu

72483571_697629914067892_8933908030131535872_n

Sosyal medyada kendimle ilgili pek bir şey paylaşmadığımı belki farketmişsinizdir. Özellikle son bir yılda hayatımda kopan fırtınaların hiçbiri buraya yansımadı (veya uzun aralar şeklinde yansıdı). Genel olarak da kendimde olan biteni paylaşmaya yatkın bir insan değilim, eğer uzun bir gecede güzel bir hikayeyle anlatmayacaksam, “Neler oldu?” sorusuna dişe dokunur bir cevap veremem. (İç sesim: “Neler olmadı ki? Dünden beri içimde bir sürü şey oldu! Sana hangi birini anlatayım?”) Anlattığım zaman da uzun uzun anlatırım, bağlantıların altını çizerek. Bana göre her şey bağlıdır, nüanslar ve tesadüfler yaşamın dokusunu oluşturur. Anlatacaksam hakkını vermek isterim.

Bu sene bir kitap okudum. Epeyce de geç kalarak okuduğumu hissettim: “Sakinler de Kazanır: Konuşmadan duramayan bir dünyada içedönüklerin gücü” diye çevirmişler dilimize. Susan Cain isimli, kendisi de içedönük bir yazarın okuması çok eğlenceli ve aydınlatıcı kitabı, bana yalnız olmadığımı, tuhaf olmadığımı, sadece gücümü içeriden aldığımı hatırlattı. Ve sunduğu kanıtlar benim analitik aklıma pek bir yattı! Sadece konuya meraklı olanlara değil, herkese öneriyorum: İçedönük / dışadönük yelpazesi insanları (ve kendimizi) anlamak için çok iyi bir ölçüt.

Üzerine, geçenlerde guardian.co.uk‘da bir yazıya denk geldim: “What does living fully mean? Welcome to the age of pseudo-profound nonsense”
Temel olarak sosyal medyada pazarlanan “yaşıyoruz bu hayatı beeee” kavramını eleştiren, bağlamından çıkarılıp bir manzara fotoğrafı üzerine yazılan alıntıların anlamsızlığını sorgulayan yazıda, bir paragraf dikkatimi çekti. Yıkıcı bir ilişkiden çıkan ve hayata yeniden başlama ihtiyacı hissettiği için şehir değiştiren bir kadına verilen “Yürü beee!!! Bi kere geliyoruz dünyaya!!!” tepkilerinden, kadının kendini sağaltma ihtiyacını “hayatını yaşamak!” goygoyuna indirgeyen yaklaşımı eleştiren bir paragraf. Şöyle devam etmiş (çeviriyorum):

“Aradaki nüans – hayatın sakince dolu dolu yaşanabileceği, büyük bir maceraya benzeyen kararın aslında karmaşık bir yeniden başlangıç olabileceği, en ilham verici seçimlerimizin bile endişeyle dolu olabileceği – yalnızca görseller kullandığımızda kayboluyor.”

32 yaşımdayım ve atıldığım maceralardan, gezdiğim yerlerden, tanıştığım insanlarla fotoğraflarım sosyal medyada yok. Eğer o fotoğrafları koyarsam layklarınıza oynamış olurum, hikayemi, hikayeleri yok saymış, kendimi ve o muazzam duygusal skalamı bir yolculuğun fotojenik bir saniyesine indirgemiş olurum. Yalan söylemiş olurum. Evet, ben uçsuz bucaksız kumsallarda davullar eşliğinde saatlerce dans ettim. Gece bülbüllerinin tüm senfonileri solda sıfır bırakan konserlerini dinledim sabahlara kadar. Alplerin muhteşem havasını soludum dört mevsim. Dünyanın bir ucunda ruhumun ikizine rastladım, yüzünde kendi gözlerimi gördüm, dünyanın başka yerlerinde yine buluştuk. Bir cadıya evine dönmesini öğütledim. Bir adamın ismini geri almasına vesile oldum. Dağın başında, ormanın içinde bir peri düğününe kulak misafiri oldum, sabaha karşıydı. Bana avuç avuç minik çilek toplayan bir adama aşık oldum, çilekle sarhoş oldum. Arkamda ateş, önümde kar fırtınası vardı ve sabahlar olmasındı. Başım fena halde belaya girecekti ki imdadıma İzmir isimli dünya güzeli bir bebek yetişti… Ve daha neler neler.

Bunları macera olsun diye yaşamadım. Hayatı yaşamak!!! gibi bir amacım bile yoktu. Bazen arıyordum, soruları, yanıtları, kendimi arıyordum. Bazen yaşamın tadı öyle güzeldi ki kana kana içiyordum. Bazen kalbim buz gibiydi, zihnim şüpheyle doluydu, yargılarım kirliydi. Bazen kalbim apaçık bir çiçekti, ışıklar içindeydim. Yaptıklarım belki dışarıdan “yaşıyosun bu hayatı!!!” gibi görünmüştür ama içeriden zaman zaman çok çaresizdi, zaman zaman delice bir neşeydi. Şimdi ben bütün bunları bir sosyal medya postunun altında üç beş satırla nasıl anlatırım???

Eh, anlatamayacağıma göre: Yeni bir şey denemeye karar verdim. Adını “İçedönüğün Günlüğü” koyuyorum. Ve bundan sonra sizinle #icedonugungunlugu nde, dışarıdan hiçbir şey olmamış gibi görünen sakin, olaysız günlerimin farkındalıklarını paylaşmaya niyet ediyorum. Olan her şey asıl o günlerde oluyor çünkü. Başımdan geçen tüm fantastik şeyleri evde sakince otururken sindiriyorum, anlam da orada, gelişim de, büyüme de. Dağın tepesinde herkes adrenalinle, yaşamla doluyor. Asıl mesele koltukta yatarken neler olduğu.

Bir zamanlar güzel bir yüz olmaktan bıktığım gibi, sosyal medyada gülen suratıma layk yağmasından bıktım. O güzel fotoğraflar, (pek de layk yağmayan) ders duyuruları vb yine olacak – ama arada anlamsız, çekici olmayan bir fotoğraf görürseniz işte o #icedonugungunlugu dür, pişmiş kelleyi beğenen başka, altını okuyup ben ne demişim merak eden başka sonuçta… Öyle mi gerçekten? Emin değilim. Yakında hep beraber öğrenebiliriz.

Son olarak bir uyarım var: Çok sıkıcı olabilir.

Sevgilerimle.