YANLIŞ! “meditasyon oturarak ve gözler kapalı yapılır” DOĞRUSU NE O ZAMAN?

Meditasyonun üç aşaması ve çok, pek çok biçimi vardır. 
– ayakta durarak
– yürüyerek
– dans ederek
– gözler açık
– gülümseyerek
– hareket ederek

meditasyon yapılabilir. Hatta bu liste daha uzayabilir!

Meditasyon bir kafa dinleme yeridir. Nasıl yapılırsa yapılsın insanı dinlendirir. Çünkü meditasyon geçmiş hesaplarını ve gelecek planlarını bir kenara bırakıp tamamen şimdiki anda olmanın yeridir. Bu bazen bir an, bazen birkaç saniye, bazen dakikalarca sürer ve her insana tartışmasız iyi gelir. HERKES MEDİTASYON YAPABİLİR yani başka bir deyişle HERKES DİNLENMENİN ETKİLİ YOLLARINI ÖĞRENEBİLİR. Dinlenmek derken, televizyon karşısında yatmaktan değil de zihni dinlendirmekten bahsediyorum. 

PEKİ NEDEN MEDİTASYON YAPALIM?
“Meditasyon yoluyla yapılan başlıca keşiflerden biri, nasıl sürekli olarak şu andan kaçtığımızı, tam da olduğumuz halimizle burada olmaktan kaçındığımızı görmektir. Bu, bir sorun olarak görülmez, mesele onu görmektir.” Pema Chödron

MEDİTASYON ZİHNİ YAŞADIĞI ANDA KALMASI İÇİN EĞİTİR: yani yemek yaparken düşüncelere daldığımız için elimizi kesme ihtimalimiz azalır mesela, çünkü havuç keserken yalnızca havuç kesmeyi öğrenir zihnimiz. Meditasyon yaptıkça gerçekten dinlemeyi, kalpten konuşmayı, baktığımız manzaradan, yediğimiz yemekten, rüzgarın dokunuşundan tam anlamıyla zevk almayı öğreniriz. Meditasyon zihnimize BÜTÜN olmayı öğretir, geçmiş ve gelecekle uğraşmadan BÜTÜN VE ANDA olmayı. DOLU DOLU YAŞAMAK dedikleri bence budur. 

Meditasyonda derinleşmek istediğim için @borahariom ve @saraoktay_nefesten meditasyon eğitimi aldım. Şimdi meditasyon seansları veriyorum: Hareketlerin içinde nefes teknikleri kullanarak önce sakinleşip sonra kişiye özel meditasyon teknikleri ile dinleniyoruz, derinleşiyoruz. Küçük mucizeler oluyor. 

NEHİRLE AKMAK – II

nehirle-akmak-ders-kucuk

“Hepimiz muazzam bir nehirde yüzüyoruz ve nehir bizi akıntı boyunca taşıyor. Nehirle akmaya mecburuz – başka yolu yok. Akıntıya karşı yüzebilirsin, başka yöne gidiyormuş gibi yapabilirsin. Ama her zaman nehrin aktığı yöne gidiyorsun.” Alan Watts

Madem illa ki yaşamın aktığı yöne gideceğiz, niçin karşı koyuyoruz?

Niçin kontrol edicem diye helak oluyoruz?

Ve niçin farkında bile olmadan, hatta kendimizi pek bir beğenerek, planlar programlar dahilinde yaşıyoruz?

İçimizdeki kontrol manyağının farkında mıyız?

Yoksa bize gayet normal mi geliyor?

“Benim istediğim gibi olacak!” yaklaşımının çaldığı zamanın, enerjinin, moralin farkında mıyız peki? Yaşamın muhteşem kendiliğindenliğini, spontane olanın büyüsünü kaçırdığımızın?

Bir önceki yazımda, ” ‘akışa teslim olma’ haline nasıl, ne yaparak, ne yapmayarak, hangi yöntemle” gelebiliriz diye sorduğumu, yıllarca bu soruya cevap aradığımı yazmıştım.
Bir cevap buldum. Son derece basit bir cevap.

Akışa teslim olmak için G E V Ş E M E K gerekiyor!

Çok bu basit geldi? Eğer öyleyse, hadi hemen gevşeyin

Gevşemek kolay bir şey değil. Her şeyden önce, bir eylemi değil, bir nevi eylemsizliği tarif ediyor. Bu da günümüzün olma, oldurma, yapma, etme, koşma dünyasına *birazcık* ters!

Gevşemek için korkularımız tanımak, güven alanımızı bulmak gerekiyor – destek almadan bunları yapmak kolay değil.

Güzel haber: Nefesimizle geçirdiğiniz bir saat, biz ne olduğunu anlamadan (hatta “ne olucak ki hiç bişey olmadı tabi ki” diye düşünürken) bize destek olur – kendi güven alanımızı tanırız ve teslim olma hissimizi buluruz.

Nefesimizle akmak demek, yaşamın akışına rahatça uyum sağlamak demektir. İki seçenek var: Ya akıntıya karşı kürek çekeriz, ya da akıntıyla birlikte!

Siz hangisini tercih ediyorsunuz?

 

NEHİRLE AKMAK – I

nehirle-akmak

Yaşadıysanız bilirsiniz: Yaşamın kaymak gibi, zahmetsizce aktığı zamanlar. Aklınızdan geçirmeye henüz başlamışken önünüze serilen fırsatlar. Olsa da yesek dedikten iki dakika sonra yan masadan gelen ikramlar. Günlerdir aradığınız yanıtı pat diye veren kulak misafirlikleri. Doğaçlama çıkılmış bir yürüyüşte müthiş bir gün batımına tanıklık etmek. Sıcak bir öğleden sonraya soğuk bir şişeyle çıkagelen habersiz dost. Anlattığınız hikayenin fon müziğinin uzaktan çalmaya başlaması tesadüfen. Yanınızdaki sevilenle bakışıp aynı şeyi düşündüğünüzü bildiğiniz, aynı yöne yürümeye başladığınız an, konuşmadan. Oluyor ve o kadar güzel, o kadar kolayca oluyor ki inanamıyorum, dedirten zamanlar. ⁠
Ben buna kafa yordum. ⁠
Nasıl oluyor, dedim. Nasıl oluyor da bazen oluyor bazen olmuyor, çok merak ettim. Elde inceleyebileceğim bir tek kendim vardım, ben de beni inceledim. Her şey pürüzsüzce akmaya başladığında kendime baktım: Ben nasıldım da yaşam böyle olmuştu?⁠

Uzun zaman süren ve geniş bir skalaya yayılan deneysel çalışmalardan sonra bazı sonuçlar çıkardım:⁠

1- Ben terssem yaşam ters. İstediğim gibi gitmeyen bir şeye çok sinirlendiğimde, veya istemediğim bir şeye kendimi zorladığımda, hiç sektirmeden kaos başlıyor. Her şey ters gidiyor. Zincirleme kaza kaçınılmaz. ⁠
2- Ben iyiysem yaşam iyi. Açık, ferah, iyi hissettiğimde işlerim yolunda gidiyor, herkes bana evet diyor, yaptığım yemekler çok güzel oluyor. ⁠
3- Ben çok iyi ve çok açıksam, yaşam deneyselleşmeye başlıyor. Aklıma gelmeyen lütuf önümde beliriyor. Daha önce hiç görmediğim yollar açılıyor. Fantastik tesadüfler, zamanın ötesinden haberler, imkansıza yakın bağlantılar beliriyor. Kısacası sihir gibi bir şey olmaya başlıyor!⁠
Haklısınız, delirdim mi diye ben de çok sordum kendime. ⁠
Eğer son maddedeki gibi bir yaşam mümkünse, niye kimse bize bundan bahsetmemişti???!!! ⁠
Sonra bir gün şu satırları okudum:⁠
“Hepimiz muazzam bir nehirde yüzüyoruz ve nehir bizi akıntı boyunca taşıyor. Nehirdeki insanların bazıları akıntıya karşı yüzüyorlar ama nehir onları yine de sürüklüyor. Bazıları ise akıntının kerametinin onunla birlikte yüzmek olduğunu öğrenmişler. Nehirle akmaya mecbursun – başka yolu yok. Akıntıya karşı yüzebilirsin, başka yönde akıyormuş gibi yapabilirsin. Ama hala nehrin aktığı yöne gidiyorsun.”
.
Eh, Alan Watts demişse artık bana başka söz düşmez. Meğer farkında olmadan yaşamın bir akışı olduğunu, ve onunla birlikte hareket ettiğimde, akışa teslim olduğumda yaşamın kaymak gibi, zahmetsizce aktığını keşfetmişim. Kendimce!
Bunu da sindirince bir sonraki deneysel çalışmama giriştim:
Bahsettiğim “akışa teslim olma” haline nasıl, ne yaparak, ne yapmayarak, hangi yöntemle geleceğim? Daha da önemlisi, dozunu nasıl ayarlayacağım? Çünkü teslimiyeti abartınca kişisel sınırların ihlal edilmesine izin vermiş oluyoruz.

Uzunca bir süreyi de formül arayarak, arayarak, arayarak; ulaşabildiğim, düşünebildiğim her şeyi deneyerek geçirdim. Meleklerin arkamı kollayıp önümü aydınlattığı, tanrıların seslerini bana ödünç verdiği, adeta insanüstü bir vakıf olma hali olan; sonsuz ve sakin bir neşenin notalarının çalındığı o ruh halini – o varolma halini nasıl yakalayacaktım? Ömür 3. maddede anlattığım yaşama biçiminin spontane gelmesini beklemekle geçmezdi. Ne yapmalıydım, nasıl yapmalıydım???

Güzel haber: Sonunda bende işe yarayan bazı yöntemler buldum. Çalışmalarım meyve verdi
Buldum diye acayip güzel bir hayat yaşadığımı sanmayın. İnsanız. İşimize gelmeyen akıntılara karşı yüzme çabamız insan olma deneyiminin bir parçası. Ben de bunu sık sık yapıyorum, ama sık sık da akıntıya teslim olabiliyorum artık. Eforsuzca akıyorum nehirle birlikte. Ve bu muhteşem bir his.
Size yaşamla akmanın yöntemlerinden birini keşfetme hikayemi anlatacağım. Basit ve mantıklı bir yöntemini.
Arkası yarın!

 

PARFÜMÜN DANSI’NDA BANDHALARIN NE İŞİ VAR?

IMG_3494 kopyası

16 yaşımda Parfümün Dansı’nı okurken büyülenmiştim: Yaşadığım rekabete dayalı eril dünyada çok taze bir soluktu, yaşamı hafife almayı öğütleyen, tanrısı Pan’a en düşkün halinde bile tapan şaşırtıcı ve biraz da korkutucu bir hikayeydi. O zamanların sosyal medyasız hatta internetsiz dünyasında, radikal duruşlardan haberdar olabildiğim tek yer kütüphanelerdi. Beni Ay’ın bilgeliğiyle, insanlığın dişil haliyle, Pan’la ve koku duyusunun önemiyle tanıştıran hikayeyi okurken “dünya çok büyük, doğanın bilgeliği çok derin, insanlık tarihi çok karmaşık” diye düşünmüş, ürkmüştüm.

Beat kuşağından haberim yoktu. Hayatımda değil beatnik, bir hippi dahi görmemiştim. Özgür, serbest, kendinden sorumlu, özünü dinleyen insanlar dünyamda hiç olmamıştı. Onlarla bir kitapta karşılaşmak çok sersemleticiydi. Bana öğretildiği şekilde yaşamak zorunda olmadığımı keşfetmek muhteşemdi.

Tom Robbins kült romanı Parfümün Dansı’nda tarih öncesi bir kadın ve bir erkek, Kudra ile Alobar, mağaralarda yaşayan ölümsüz Bandaloop doktorlarından ölümsüzlüğün sırrını öğrenirler. Bu sır dört elementi (ve beş öğeyi) içerir: Nefesle hava, yıkanarak su, ateş için seks, toprak için yemek/oruç veeee “zevkle doygun bir organizmanın devam ettirme eğiliminde olduğu” pozitif düşünce.

Pozitif düşüncenin önemini uçuk karakteri Dannyboy’un ağzından şöyle özetler yazar: “Hayata karşı merak beslemeyen, var olmaktan çok az sevinç duyan kimseler, bilinçaltlarında hastalıkla, kazayla ve şiddetle işbirliği yapar, onları kendi üstlerine çekerler”.

Şimdilerde bazılarımıza oldukça sıradan gelebilecek bu önerme, düşüncenin gücünden habersiz, kader ve şans ile örülmüş bir dünyada yaşadığını varsayan biri için çok yeni olabilir.

Hikaye, ölümsüzlüğü iyisiyle kötüsüyle anlatırken tarih öncesiyle günümüz arasında gidip geliyor, günümüzün beton ve çelik tanrısı ile erotizmin, rüyaların, muzipliğin tanrısı Pan’ı iç içe sokuyor, modern dünyanın bilim aracılığıyla ölümsüzlük arayışını eleştiriyor, ve tüm bunları yaparken bir yandan da koku duyusundan ve kokulardan bol bol bahsediyor.

“Neokorteksle ilişkinin tek yolu kokudur… Koku beynimizin kullandığı dildir… Neokorteksimizden tam yararlanmaya başladığımız zaman bizler de bir tür fotosentez yapacağız. Hatta şimdiden yapıyoruz, ama çiçeklerinkine oranla bizimki ilkel ve sınırlı.”

Ve dikkatinizi çekerim: Alobar ile Kudra ölümsüzlüğün sırrını Bandaloop doktorlarından, keşişlerden öğreniyorlar.

Bandha-loop.

Bandhalar, yogaya yakından aşina olanların bileceği üzere yaşam enerjisini içeride tutmak için bedende oluşturulan kilitler. Loop ise döngü veya devridaim anlamına geliyor.

Burada termodinamiğin ikinci yasasından, entropiden bahsetmek isterim.

Entropi yasası temelde, her aksiyonun, hal değişiminin, hareketin enerji kaybına neden olduğunu Newton fiziği kullanarak kanıtlar (Kuantum evreninde başka olasılıklar mevcuttur, ama bu başka bir yazının konusu).

Entropi yasasına göre dünyadaki hatta evrendeki mevcut enerji her daim azalmaktadır, bir şey başladıysa mutlaka bitecektir.

Hikayeden benim anladığım, Alobar ile Kudra’nın bandhalar yardımıyla yaşamsal enerjiyi – pranayı, canı – loop’a yani devridaime soktukları ve minimum enerji kaybıyla – ya da hiç enerji kaybetmeden – yüzlerce yıl yaşadıklarıdır.

Nefes eğitiminde öğrendiğimiz kesintisiz nefes tekniği, benim taktığım adla “yuvarlak nefes” kitapta sağlığı koruyan ve ölümsüzlüğe götüren yollardan biri olarak tastamam tasvir ediliyor: “İçlerine hava çekmeleri ve o havayı dışarıya vermeleri kesintisiz bir ritm halinde, sürekli dairesel biçimde, bir yılanın kendi kuyruğunu yutmaya çalışmasını hatırlatırcasına devam ediyordu.”

Romanı bilmemkaçıncı defa okurken, bu teknikleri, Bandaloop doktorlarını, gerçekten böyle yaşanıp yaşanamayacağını çılgınca merak eden 16 yaşıma koca bir gülücük gönderiyorum. Nasıl olup da bugünkü Zeynep haline geleceğime dair en ufak bir fikrim yoktu ama bunu şiddetle istiyormuşum

Gençliğimde (sen hala gençsin?! demeyin, daha gençken yani) gerçek dünyadan edinemediğim deneyimin peşinde koşarken önce dünya klasiklerini (aslında Batı klasiklerini) hatmettim, kesmedi, hatta onların niye “dünya klasiği” olduğunu anlayamadım (çok sıkıcılar, tavsiyet etmem). Üniversitede Batı felsefesi çalıştım, anladım ki o felsefe zihne dair bilgelik sunar, ve hep kendi kuyruğunun peşinde koşar – ama Ouroboros’un tersine, bir türlü yutamaz, yutacak gibi olursa sevgili felsefeciler araya girer, yutmasına mani olur, döngüselliği baltalarlar.

Sonra kadim bilgelikle, yogayla tanışmaya başladım. Şimdi yoga yaptığıma bakmayın, ilk başta hareketin içinde varolmayı hiç beceremedim (bakınız https://www.ayyoga.com.tr/…/ya-zeynepcim-sen-kiiiiim-butun…/). Yoganın felsefesini falan da okumadım, okumaktan bıkmıştım. Aradığım şey okunan değil yaşanan bir felsefeydi.

Yoga tam olarak buymuş meğerse: Okunan değil yaşanan bilgi.

Doğru yere gelmişim. Hala da oradayım.
.
.
.
Okuduğunuz için teşekkürler

Sevdiyseniz bunlar da var: https://www.ayyoga.com.tr/category/yoga-yazilarim/

 

 

 

ÜÇ BACAKLI KÖPEK nam-ı diğer SIRT GÜÇLENDİREN

3abk-cizgi kopyası

[Fotoğraf asananın enerji çizgilerini gösteriyor: Enerji çizgilerinden yazının devamında bahsettim]

Yogamın ilk yıllarında ennn daraldığım yerlerden biriydi bu şekil: üç bacaklı aşağı bakan köpek. Bacağım kalkmazdı, bileklerim acırdı, o halde nefes almak çok zordu… Yoga yaptıkça sırtım güçlendi, ellerimden yeri itip kendimi yükseltebilmeye başladım. Alt karnım güçlendikçe bacağımı daha çok kaldırdım, kalçam esnedikçe bacağın arkasını açabildim. Bunlar hep yogayı çok sevdiğim, çok yaptığım için olabildi. Yoga asanaları dünya içinde dünya, yaptıkça başka nüanslar, başka hisler ortaya çıkıyor.

Üç bacaklı aşağı bakan köpek bazı kaynaklara göre bir Amerikan icadı. Özellikle Vinyasa geçişlerinde kullanılıyor, o bacağı oraya uzatmak,
sonra oradan alıp itinayla iki elin arasında kondurmak ve bu sırada GÜMM!!letmemek gerçekten zor, hemen de olmuyor. Kası kuvveti yerinde olanlar bile zorlanıyor. Nedeni, bu asananın yogaya özgü “zıtlıkların kuvveti” ile çalışması, bu prensibi kullanmadan yalnızca kas gücü yeterli değil.

Her asananın enerji çizgileri vardır, yani bedenin o şekli alırken gücünü nerede ve hangi yönde kullandığını gösteren çizgiler. Bazı ileri seviye eğitimlerde bu çizgileri tek tek çizer, sonra o enerji hattını bedende deneyimler ve asanadaki halimizi nasıl etkilediğine bakarız. Yogadaki “Zıtlıklar prensibi” der ki, sağa gitmek için sola uza, yukarı uzanmak için aşağıya sağlam bas, kısaca iki uç arasında bedenin çizdiği çizgiyi olabildiğince uzun, olabildiğince sağlam tut.

Üç bacaklı aşağı bakan köpekte pek çok enerji çizgisi var, temel olanları:
– sırt kasları eller aracılığıyla yeri ne kadar kuvvetli iterse omurga o kadar uzar ve asanada kalmak kolaylaşır
– yerdeki ayak köklenince kalçayı yukarı çevirir ve uzatır
– havadaki bacak ne kadar kuvvetle yer çekimine karşı koyarsa onu taşımak o kadar kolaylaşır
– kalça açıklığı izin verdiğinde bacak daha yukarıya uzanabilir, ağırlık merkezi üst bedene doğru kayar, asanada kalmak, tadını çıkarmak mümkün olur

Kayda değer bir üst beden gücü gerektirdiği için yeni başlayanların dört bacaklı köpek yani bildiğimiz aşağı bakan köpekte (veya dört ayak/masa pozunda) kalmasını öneriyorum, yoksa el bilekleri ağlıyor sonradan

Üç bacaklı köpeği akışın içinde, çeşitlemelerle deneyimlemek için Vinyasa derslerime katılın: Beklerim!

 

 

BİR BEN VAR BENDEN İÇERİ ADI NEFES

d919dfdb-9359-4cbb-a4aa-2ea0afebf211“Kendinle tanış, kendinle buluş, kendini hisset…”
Dilime pelesenk olmuş cümlecikler. Yoga yaparken, öğretirken, sessizce yatarken başkalarına söylüyorum; öyle iki sözcükle, Savasana’dan önceki iki dakikada
“Kendinle buluş, kendini hisset, bi bak kendine…”

Zamanında
“Ne demek kendinle tanışmak, ben kendimle zaten tanışıyorum?!” diyen aynı toplumsal ses, şimdi bana
“Ne demek nefesinle tanışmak, zaten nefes alıp veriyoruz?!” diyor.
Bilmemenin, bilmediğini kabul etmememin aczi içinde, geri kalırım, hor görülürüm korkusuyla, burnumuzun dibindekini küçümsüyoruz – ve sık sık uzak ve yabancı olanı yüceltiyoruz.

Burnumuzun dibindeki derken, mecazi değil, gerçekten burnumuzun dibindekinden bahsediyorum: Nefesten.

Yukarıda tüm tırnak içindeki cümleler de, bana, benim içimdeki topluma ait (üzerinize alınmak serbest 🙂 )

İnsan hep kendini zaten tanıdığını sanıyor. En kendini bilmeyenimiz bile, güçlü ve haklı hissediyor; en zayıf olanımızın ise içindeki güçten haberi yok. Yıllardır hareketin ve nefesin içinde bir şey öğrendiysem, o da bu: Kendini bilmek ciddi bir iştir, bitmeyen bir yolculuktur, yaşamın amacı bile olabilir.

Şimdi gelmişim bir odaya, bir grup insanla birlikte, nefesimizi bilmeye uğraşıyoruz. Nefes alıyoruz, nefes veriyoruz: Otururken, kalkarken, hareket ederken, dinlerken ve konuşurken ve düşünürken ve bomboş bir zihinle. Nefes alıyoruz. Nefes veriyoruz.

Sık sık isyan eder, bazen çaresizliğe düşer, ağlardım: Niye bedenim açılmıyor, niye karnım güçlenmiyor, niye sıkışık hissediyorum, niye hep dalgalanıyorum diye. Herkes gibi ben de huzur isterdim, istiyorum. Bu gayenin peşinde çok gezdim, çok insanlar tanıdım, güzel yerlere, garip yerlere, kötü yerlere girip çıktım.

Meğer derdime deva burnumun dibindeymiş.

Gerçek anlamda burnumun dibinde.