PARFÜMÜN DANSI’NDA BANDHALARIN NE İŞİ VAR?

IMG_3494 kopyası

16 yaşımda Parfümün Dansı’nı okurken büyülenmiştim: Yaşadığım rekabete dayalı eril dünyada çok taze bir soluktu, yaşamı hafife almayı öğütleyen, tanrısı Pan’a en düşkün halinde bile tapan şaşırtıcı ve biraz da korkutucu bir hikayeydi. O zamanların sosyal medyasız hatta internetsiz dünyasında, radikal duruşlardan haberdar olabildiğim tek yer kütüphanelerdi. Beni Ay’ın bilgeliğiyle, insanlığın dişil haliyle, Pan’la ve koku duyusunun önemiyle tanıştıran hikayeyi okurken “dünya çok büyük, doğanın bilgeliği çok derin, insanlık tarihi çok karmaşık” diye düşünmüş, ürkmüştüm.

Beat kuşağından haberim yoktu. Hayatımda değil beatnik, bir hippi dahi görmemiştim. Özgür, serbest, kendinden sorumlu, özünü dinleyen insanlar dünyamda hiç olmamıştı. Onlarla bir kitapta karşılaşmak çok sersemleticiydi. Bana öğretildiği şekilde yaşamak zorunda olmadığımı keşfetmek muhteşemdi.

Tom Robbins kült romanı Parfümün Dansı’nda tarih öncesi bir kadın ve bir erkek, Kudra ile Alobar, mağaralarda yaşayan ölümsüz Bandaloop doktorlarından ölümsüzlüğün sırrını öğrenirler. Bu sır dört elementi (ve beş öğeyi) içerir: Nefesle hava, yıkanarak su, ateş için seks, toprak için yemek/oruç veeee “zevkle doygun bir organizmanın devam ettirme eğiliminde olduğu” pozitif düşünce.

Pozitif düşüncenin önemini uçuk karakteri Dannyboy’un ağzından şöyle özetler yazar: “Hayata karşı merak beslemeyen, var olmaktan çok az sevinç duyan kimseler, bilinçaltlarında hastalıkla, kazayla ve şiddetle işbirliği yapar, onları kendi üstlerine çekerler”.

Şimdilerde bazılarımıza oldukça sıradan gelebilecek bu önerme, düşüncenin gücünden habersiz, kader ve şans ile örülmüş bir dünyada yaşadığını varsayan biri için çok yeni olabilir.

Hikaye, ölümsüzlüğü iyisiyle kötüsüyle anlatırken tarih öncesiyle günümüz arasında gidip geliyor, günümüzün beton ve çelik tanrısı ile erotizmin, rüyaların, muzipliğin tanrısı Pan’ı iç içe sokuyor, modern dünyanın bilim aracılığıyla ölümsüzlük arayışını eleştiriyor, ve tüm bunları yaparken bir yandan da koku duyusundan ve kokulardan bol bol bahsediyor.

“Neokorteksle ilişkinin tek yolu kokudur… Koku beynimizin kullandığı dildir… Neokorteksimizden tam yararlanmaya başladığımız zaman bizler de bir tür fotosentez yapacağız. Hatta şimdiden yapıyoruz, ama çiçeklerinkine oranla bizimki ilkel ve sınırlı.”

Ve dikkatinizi çekerim: Alobar ile Kudra ölümsüzlüğün sırrını Bandaloop doktorlarından, keşişlerden öğreniyorlar.

Bandha-loop.

Bandhalar, yogaya yakından aşina olanların bileceği üzere yaşam enerjisini içeride tutmak için bedende oluşturulan kilitler. Loop ise döngü veya devridaim anlamına geliyor.

Burada termodinamiğin ikinci yasasından, entropiden bahsetmek isterim.

Entropi yasası temelde, her aksiyonun, hal değişiminin, hareketin enerji kaybına neden olduğunu Newton fiziği kullanarak kanıtlar (Kuantum evreninde başka olasılıklar mevcuttur, ama bu başka bir yazının konusu).

Entropi yasasına göre dünyadaki hatta evrendeki mevcut enerji her daim azalmaktadır, bir şey başladıysa mutlaka bitecektir.

Hikayeden benim anladığım, Alobar ile Kudra’nın bandhalar yardımıyla yaşamsal enerjiyi – pranayı, canı – loop’a yani devridaime soktukları ve minimum enerji kaybıyla – ya da hiç enerji kaybetmeden – yüzlerce yıl yaşadıklarıdır.

Nefes eğitiminde öğrendiğimiz kesintisiz nefes tekniği, benim taktığım adla “yuvarlak nefes” kitapta sağlığı koruyan ve ölümsüzlüğe götüren yollardan biri olarak tastamam tasvir ediliyor: “İçlerine hava çekmeleri ve o havayı dışarıya vermeleri kesintisiz bir ritm halinde, sürekli dairesel biçimde, bir yılanın kendi kuyruğunu yutmaya çalışmasını hatırlatırcasına devam ediyordu.”

Romanı bilmemkaçıncı defa okurken, bu teknikleri, Bandaloop doktorlarını, gerçekten böyle yaşanıp yaşanamayacağını çılgınca merak eden 16 yaşıma koca bir gülücük gönderiyorum. Nasıl olup da bugünkü Zeynep haline geleceğime dair en ufak bir fikrim yoktu ama bunu şiddetle istiyormuşum

Gençliğimde (sen hala gençsin?! demeyin, daha gençken yani) gerçek dünyadan edinemediğim deneyimin peşinde koşarken önce dünya klasiklerini (aslında Batı klasiklerini) hatmettim, kesmedi, hatta onların niye “dünya klasiği” olduğunu anlayamadım (çok sıkıcılar, tavsiyet etmem). Üniversitede Batı felsefesi çalıştım, anladım ki o felsefe zihne dair bilgelik sunar, ve hep kendi kuyruğunun peşinde koşar – ama Ouroboros’un tersine, bir türlü yutamaz, yutacak gibi olursa sevgili felsefeciler araya girer, yutmasına mani olur, döngüselliği baltalarlar.

Sonra kadim bilgelikle, yogayla tanışmaya başladım. Şimdi yoga yaptığıma bakmayın, ilk başta hareketin içinde varolmayı hiç beceremedim (bakınız https://www.ayyoga.com.tr/…/ya-zeynepcim-sen-kiiiiim-butun…/). Yoganın felsefesini falan da okumadım, okumaktan bıkmıştım. Aradığım şey okunan değil yaşanan bir felsefeydi.

Yoga tam olarak buymuş meğerse: Okunan değil yaşanan bilgi.

Doğru yere gelmişim. Hala da oradayım.
.
.
.
Okuduğunuz için teşekkürler

Sevdiyseniz bunlar da var: https://www.ayyoga.com.tr/category/yoga-yazilarim/

 

 

 

ÜÇ BACAKLI KÖPEK nam-ı diğer SIRT GÜÇLENDİREN

3abk-cizgi kopyası

[Fotoğraf asananın enerji çizgilerini gösteriyor: Enerji çizgilerinden yazının devamında bahsettim]

Yogamın ilk yıllarında ennn daraldığım yerlerden biriydi bu şekil: üç bacaklı aşağı bakan köpek. Bacağım kalkmazdı, bileklerim acırdı, o halde nefes almak çok zordu… Yoga yaptıkça sırtım güçlendi, ellerimden yeri itip kendimi yükseltebilmeye başladım. Alt karnım güçlendikçe bacağımı daha çok kaldırdım, kalçam esnedikçe bacağın arkasını açabildim. Bunlar hep yogayı çok sevdiğim, çok yaptığım için olabildi. Yoga asanaları dünya içinde dünya, yaptıkça başka nüanslar, başka hisler ortaya çıkıyor.

Üç bacaklı aşağı bakan köpek bazı kaynaklara göre bir Amerikan icadı. Özellikle Vinyasa geçişlerinde kullanılıyor, o bacağı oraya uzatmak,
sonra oradan alıp itinayla iki elin arasında kondurmak ve bu sırada GÜMM!!letmemek gerçekten zor, hemen de olmuyor. Kası kuvveti yerinde olanlar bile zorlanıyor. Nedeni, bu asananın yogaya özgü “zıtlıkların kuvveti” ile çalışması, bu prensibi kullanmadan yalnızca kas gücü yeterli değil.

Her asananın enerji çizgileri vardır, yani bedenin o şekli alırken gücünü nerede ve hangi yönde kullandığını gösteren çizgiler. Bazı ileri seviye eğitimlerde bu çizgileri tek tek çizer, sonra o enerji hattını bedende deneyimler ve asanadaki halimizi nasıl etkilediğine bakarız. Yogadaki “Zıtlıklar prensibi” der ki, sağa gitmek için sola uza, yukarı uzanmak için aşağıya sağlam bas, kısaca iki uç arasında bedenin çizdiği çizgiyi olabildiğince uzun, olabildiğince sağlam tut.

Üç bacaklı aşağı bakan köpekte pek çok enerji çizgisi var, temel olanları:
– sırt kasları eller aracılığıyla yeri ne kadar kuvvetli iterse omurga o kadar uzar ve asanada kalmak kolaylaşır
– yerdeki ayak köklenince kalçayı yukarı çevirir ve uzatır
– havadaki bacak ne kadar kuvvetle yer çekimine karşı koyarsa onu taşımak o kadar kolaylaşır
– kalça açıklığı izin verdiğinde bacak daha yukarıya uzanabilir, ağırlık merkezi üst bedene doğru kayar, asanada kalmak, tadını çıkarmak mümkün olur

Kayda değer bir üst beden gücü gerektirdiği için yeni başlayanların dört bacaklı köpek yani bildiğimiz aşağı bakan köpekte (veya dört ayak/masa pozunda) kalmasını öneriyorum, yoksa el bilekleri ağlıyor sonradan

Üç bacaklı köpeği akışın içinde, çeşitlemelerle deneyimlemek için Vinyasa derslerime katılın: Beklerim!

 

 

BİR BEN VAR BENDEN İÇERİ ADI NEFES

d919dfdb-9359-4cbb-a4aa-2ea0afebf211“Kendinle tanış, kendinle buluş, kendini hisset…”
Dilime pelesenk olmuş cümlecikler. Yoga yaparken, öğretirken, sessizce yatarken başkalarına söylüyorum; öyle iki sözcükle, Savasana’dan önceki iki dakikada
“Kendinle buluş, kendini hisset, bi bak kendine…”

Zamanında
“Ne demek kendinle tanışmak, ben kendimle zaten tanışıyorum?!” diyen aynı toplumsal ses, şimdi bana
“Ne demek nefesinle tanışmak, zaten nefes alıp veriyoruz?!” diyor.
Bilmemenin, bilmediğini kabul etmememin aczi içinde, geri kalırım, hor görülürüm korkusuyla, burnumuzun dibindekini küçümsüyoruz – ve sık sık uzak ve yabancı olanı yüceltiyoruz.

Burnumuzun dibindeki derken, mecazi değil, gerçekten burnumuzun dibindekinden bahsediyorum: Nefesten.

Yukarıda tüm tırnak içindeki cümleler de, bana, benim içimdeki topluma ait (üzerinize alınmak serbest 🙂 )

İnsan hep kendini zaten tanıdığını sanıyor. En kendini bilmeyenimiz bile, güçlü ve haklı hissediyor; en zayıf olanımızın ise içindeki güçten haberi yok. Yıllardır hareketin ve nefesin içinde bir şey öğrendiysem, o da bu: Kendini bilmek ciddi bir iştir, bitmeyen bir yolculuktur, yaşamın amacı bile olabilir.

Şimdi gelmişim bir odaya, bir grup insanla birlikte, nefesimizi bilmeye uğraşıyoruz. Nefes alıyoruz, nefes veriyoruz: Otururken, kalkarken, hareket ederken, dinlerken ve konuşurken ve düşünürken ve bomboş bir zihinle. Nefes alıyoruz. Nefes veriyoruz.

Sık sık isyan eder, bazen çaresizliğe düşer, ağlardım: Niye bedenim açılmıyor, niye karnım güçlenmiyor, niye sıkışık hissediyorum, niye hep dalgalanıyorum diye. Herkes gibi ben de huzur isterdim, istiyorum. Bu gayenin peşinde çok gezdim, çok insanlar tanıdım, güzel yerlere, garip yerlere, kötü yerlere girip çıktım.

Meğer derdime deva burnumun dibindeymiş.

Gerçek anlamda burnumun dibinde.

 

ATEŞİN PEŞİNDE KOŞARKEN ÖĞRENDİKLERİMİZ ya da TAŞ DEVRİ ASLINDA NASILDI?

IMG_9243 (1)

Pek filim izlemem. Yıllarca kendimi filim sevmiyor sandım, meğerse ben sanat filmi severmişim 😀 Sıkıcı olanlarını değil ama, görsel şölen şeklinde gelişenleri: Renkler, ışıklar, makyaj, ortam… Alsın beni götürsün başka bir dünyaya. Kasvetli filim sevmem, dram sevmem, trajedi izlemem, korku filmi aman aman kaçarım hemen. Ama geçenlerde canım eski bir Fransız filmi olan La Guerre du Feu’yu tekrar izlemek istedi (eski Fransız filmi deyince tüyleri diken diken olanlar burda mı?) Görsel şölenli sanat filmleri, HD belgeseller, acayip efektler görmüş gözlerim ve zihnim, 80’lerin VHS kalitesinde, renk skalası – herhalde kasten – kısıtlı tutulmuş, göreceli durağan bir filmi ilk anda beğenemiyor. Ama ortam, karakterler ve olanlar o kadar sıradışı ki, kilitlenip kalıyoruz filme.
Çünkü filim, taş devrinde geçiyor.
Teorik olarak biliyoruz di mi taş devri? Şeyi falan da izlemiştik, Flintstones, Çakmaktaşlar? Hani ateş çok değerliymiş de, mağara adamları avlanıyormuş da, aslanlara kaplanlara yem oluyorlarmış, yaşlanamadan ölüyorlarmış, hayvan postlarına sarınıyorlarmış, mağaralarda yaşıyorlamış falan filan… Bunları böyle yazmak ve okumak başka, biri gerçekçi görünen bir filim yapıp önünüze koyduğunda bambaşka.

Daha önce Neandertal’i bir aşağılama sözcüğü olarak kullanmış olabilirsiniz ama filmin ilk sahnesinde (sanırım Homo erectus olan) kana susamış insansı gorilimsiler bir grup Neandertal’e saldırınca kendimizi Neandertallere acırken buluyoruz: Ortalık bayram yerine dönüyor, kollar bacaklar kopmuş, Neandertaller dondurucu soğuklarda bir bataklığa sığınıyorlar ve bir bakıyorlar ki yanlarında fenerimsi bir şeyde taşıdıkları ateş sönmüş… Ve bu arkadaşlar ateş yakmayı bilmiyor… Dı dı dı dımmmm. Al sana filim.

Üç babayiğit Neandertal gruptan ayrılıp ateş aramaya çıkıyorlar. Ateş nerede bulunur? Neye göre gidiyorlar? Bunları bilmiyoruz çünkü filim, dilin icat edilmediği bir zamanda geçiyor, bizim ateş arayanlar inlemeler ve bağrışlarla anlaşıyorlar. Yolda Homo sapiens de ortaya çıkıyor ve Neandertal abiler bazı unutamayacakları dersler alıyorlar – gülmeyi öğreniyorlar mesela. Başka bir sürü şey, filmi izleyin. Tarihin ilk romansı bile yaşanıyor, öyle diyeyim.

Bu nadide filmi ilk izleyişimde “insan” dediğimiz şeye, kendime, insanlığıma bakışım radikal bir değişime uğramıştı. Kurgu da olsa, nereden gelmiş olabileceğimizi görmek çok etkileyici. Yasak, ayıp ve günahın olmadığı zamanlardan bahsediyoruz. Özgürleştirici mi geldi? Yoksa yasak, ayıp, günah olmasa insanlar kontrolden çıkar, diye düşünüp gerildiniz mi? İkinci izleyişimden sonra, ben de bu iki uç arasında gidip geldim. İnsan çok vahşi bir yaratık. Bir yanda bununla karşılaşmak, insanın kendi cinsine ve başka cinslere nasıl saldırabildiğini görmek dehşet verici. Ama bir yandan da, sinirlenince birbirimize vurmadığımız için, yani “medeni” olduğumuz için, vuranları da “mağara adamı” diye küçümsediğimiz için, tepkilerimizi içimize ata ata, dinlere, bi takım reislere uya uya bu hale, bu travmalı, doğayla uyumsuz, kendini bilmeyen hale gelmedik mi? Rahatsız olunca rahatsız edeni şöyle bi öteye itmek varken, nazikçe rica edicem çabası, bize biyolojik olarak nasıl bir fatura çıkarıyor farkında mıyız? Bütün bunların üstüne, insanlık için uzunca, ama dünya için çok çok kısa bir zaman önce mamut avlamış – mamut avlayacak fiziksel potansiyele sahip – insanları, gün ışığı almayan binalarda hareketsiz oturmaya mahkum ederseniz ne olur? Nereye gider o potansiyel, kasların, iradenin, bedenin gizli enerjisi?

Günümüzde gelişmiş toplumların temel sorununun doğadan kopmuş olmak olduğunu söyleyen bir sürü mühim kişi var. Doğadan kopmak yalnızca börtü böcekten, ağaçtan elma yemekten kopmak değil. Doğada şiddet var, hem de misliyle. Acı var, yara var, kan var, ölüm var, leşleri didikleyen akbabalar, içlerinde üreyen kurtçuklar var. Doğada düşünebildiğimiz tüm “kötü” şeyleri de içeren sonsuz bir döngü var. O döngüde şiddet de yerini alıyor, ve yerini bulduğu için her yeri kaplamıyor. Doğada her şeye yer var, her şeyin bir yeri var.

Bazen şu “sevgi” güzellemelerinin, Cem Yılmaz’ın “sevgi içimizde” diye dalga geçtiği kadar vahim olduğunu düşünüyorum. Şiddet de içimizde. Onu napıcaz peki? Nereye akıtalım, kime saldıralım, mızrak yapıp kendimize mi saplayalım? Bir benzetme olarak düşünürsek zaten hepimiz envai çeşit “mızrak”ler yapmışız ve onları kendimize, etrafımıza saplamakla da epeyce meşguluz. Nerede kaldı sevgi? İnsanın özü sırf sevgi midir, bir takım new age peygamberlerinin dediği gibi? Yoksa bir noktada özünde şiddet de olan Homo sapiens, özünde saf sevgi olan uzaylılarla falan mı melezlenmiş? Ortaya da böyle yerine göre kaymaklı ekmek kadayıfı, yerine göre patlıcan dolması, yerine göre acılı atom insanlar çıkmış? Hayırdır ya insanlık tarihi, neler oluyor?

Bence bilmediğimiz çok şey var.

Filim güzel, çok öneririm, size sevgilerimi gönderiyorum (şiddetlerim kişiye özel, kamuya açık değil, insanız neticede :D)

 

sosyal medya ama nasıl?

IMG_1238

Sosyal medya güzel de, dolu dolu yaşamakla meşgulken fotoğraf çekmeyi / çektirmeyi hiç canım istemiyor. Aslında benim sosyal medya hesabı açacağım da yoktu, 30 yaşımdan sonra Facebook, Instagram hesapları açtım. Açtıktan sonra da içine düştüğüm açmazı, ve bu açmazın çözülüşünü anlatayım size.

İzmir’de kıştı, biz Tayland’daydık, sosyal medya hesaplarını açmıştım ama samimiyet ve doğallık kaygıları içindeydim ve kullanmaya bir türlü elim gitmiyordu. İçe dönük, münzevi tarafım – üstelik de tanımadığım – bir sürü insana görünür olmaya şiddetle isyan ediyordu. Hesapları yoga derslerimi duyurmak için açmıştım ama, ben işimi kalpten yapıyorum, bulan bulur bir şekilde, diyordum. Sonra, Tayland’da mucizevi tesadüfler sonucunda Orçun’un eski bir arkadaşıyla karşılaştık. Kendime yakın hissedip kaygılarımı anlattığım sevgili arkadaşımız bana, kısaca şunu söyledi:

“Bildiklerini, sevgini ve yoganı paylaşman herkesin yararına olur. Yaptıklarını olabilecek en renkli, en çekici şekilde duyur, hiç tereddüt etme, kendini geri çekme, çünkü verdiğin hediye çok büyük.”

Üstüme alınsaydım altında ezileceğim bu güzel sözleri, kendisi de yoga ve meditasyon yollarında yürüyen arkadaşımdan duyunca, yogayı ve bilgeliği paylaşmanın benim kaygılarımdan çok daha önemli olduğunu anladım. Duymaya ihtiyacım olan şey buymuş, ondan sonra hesapları aktif kullanmaya başladım. Güzel insanlarla karşılaştıkça kaygılarım azaldı, kabuğuna çekilmeye meyilli kalbim açıldıkça açıldı.

E bu arada fotoğraflar tükeniyor tabi. Arkadaşımın öğüdü kulaklarımda, yoga arkadaşım ve fotoğraf eğitmeni TC Melis Aşkın‘a gittim. Melis çok uzaktan, bana hiç hissettirmeden, müdahale etmeden fotoğraflarımı çekti, doğanın içinde güzel bir gün geçirdik veee ortaya çok güzel fotoğraflar çıktı! Yakında paylaşırım 🙂

 

 

İRADEYLE DEĞİL ŞEFKATLE YAP (galiba B.K.S. Iyengar*) – KATI OLMAK NEDİR, KENDİNLE NASIL BAŞA ÇIKILIR, NİYE HİÇ AFİLLİ POZUM YOK???

IMG_9987Fotoğrafta gördüğünüz asananın çok çeşitlemesi var, benim yaptığım bana göre en kolayı 🙂 Adı Parivrtta Parsvakonasana, denge var, çevrilme var, güç var, kolay hali bile yabancısına değişik gelir.
.
Derslerde sık sık bahsettiğim bir gerçek var: Zorlanan kas kısalır – tamamen fiziksel bir olgu bu. Bedeni kendi sınırının ötesinde zorlayınca adrenalin salgılanıyor, adrenalin kaç/savaş tepkisini tetiklediği için kaslar kısalıyor – yani beden kaçmaya ya da savaşmaya hazır hale geliyor.
.
Oysa biz yoga yapmaya gelmiştik, esnemeye, güçlenmeye, kendimizle buluşmaya? Dişlerimizi sıkarak zorlayıp zorlayıp girdiğimiz şekil, egoyu (belki) tatmin ederken bedene daha da stres yüklüyor olmasın? İradeyle bedenimi bir şekle sokacam derken, o iradenin ta kendisi bedeni kapatıyor olmasın? Belki ihtiyacımız şefkattir? Olabilir mi?
.
(Hadi böyle şefkat mefkat laflarını sevmiyorsunuz diyelim. Belki bir zamanlar bana geldiği gibi, size de fazla “acitasyon” geliyordur [neden acaba?] O zaman şunu hatırlayın: Acı ve zorlama bedeni katılaştırır = fiziksel gerçek = iki kere iki dört.)
.
Benim katı bir bedenim var. Tam nedenini bilmiyorum; genetik diyen var, anne karnında travma diyen var, çocukken hep oturmuşsun diyen var, sinir sistemine reset at düzelir diyen var, enerjiyle çalış diyen var, önce kafanı değiştir diyen var, var oğlu var. En sonunda sorgulamaktan, yargılamaktan sıkıldım. Ben işime bakarım, yogama bakarım, bunlar hep kafanın anlattığı hikayeler dedim (biraz da mecburen dedim).
.
Bildiğim tek şey, o afili asanaların benim bedenimde vuku bulması için çoğu insandan daha fazla çalışmam, çoğunluğun gittiğinden başka yollar aramam gerektiği.
.
Tam da bu yüzden YOGAYI PAYLAŞMAYA karar verdim.
.
Esnek bir bedenin, beden zekası yüksek bir insanın (bazen tam da neyi nasıl yaptığını bilmeden) ŞAK diye girdiği şekle girmek için benim tek tek çalışmam, neyin nereden neye denk geldiğini hem zihnimle, hem bedenimle, icabında ruhumla anlamam gerekiyor.
.
Derinden anladığım şeyi derinden aktarabiliyorum.
.
Bir dirençle karşılaşan insanlara genellikle yardımcı olabiliyorum, çünkü direncin allahıyla her gün kendi matımda karşılaşıyorum.
.
“Ben bunu asla yapamam” dediğiniz yerler var ya? İrili ufaklı her gün geçiyorum o yerlerden. Bazılarını yapıyorum, bazılarını arada yapıyorum, bir kısmını yapamıyorum. Ne yaşadığınızı biliyorum.
.
Bu yüzdendir benim fotoğraflarım arasında “ileri seviye” asana görmeyişiniz. Çok eğitim aldım, çok yerleri öptüm, en sonunda bazı “ileri seviye”ler, birkaç “afilli”ler yüzüme güldü. Bütün yazı boyunca “yapamıyorum!!” diye inceden ağladığıma bakmayın, yapabildiklerim var.
.
Ama onları fotoğrafları yok!
.
Çünkü bir saat, iki saat, bazen kan ter içinde, bazen içsel yolculuğun dibinde çalışarak, BEDENİMLE, KENDİMLE SEVİŞEREK girdiğim asananın fotoğrafını çekmek – o yoğun halin, içe bakışın transından çıkıp da FOTOĞRAF ÇEKMEK! bana olası gelmiyor.
.
Yolculuğumu bir fotoğrafa, bir şekle indirgemek mi?? HAYIR. diyor içimdeki ses. Zaten o uğraşın içinde, bir nevi meditasyon hali belki de, fotoğraf çekmek hiç mi hiç aklıma gelmiyor 🙂
.
Sözün özü, yıllar geçtikçe anladım ki benim iradem zaten kuvvetliymiş. Katı bedenime deva olan tek şey şefkatmiş.
.
Teslim olmayı öğrenmek zorunda kalanların diyarından sevgiler.
.
.
.
*Internet aleminde “don’t do with great willpower but with great affection” olarak geçip Iyengar’a atfedilen bu sözün aslına ulaşamadım. Çeviriyi de doğaçlama yaptım 🙂

 

Güneşe Selam’ın dişil hali Aya Selam üzerine – KENDİMİZİ Mİ EĞLİYORUZ YA DOLUNAY VAR DİYE???

ayaselam

Yogaya yeni başladığım yıllarda yoga rehberlerimin astrolojiden, ayın hallerinden bahsetmelerine, yok Jüpiter geri sallıyormuş gibi yorumlarına pek bir kıl olur, ne alakası var şimdi ya yoga yapmaya geldik, diye söylenirdim içimden. Oldum olası gök cisimlerine, astrolojiye, mitlere, sembollere düşkün bir insan olarak beni bile ırgalayan bu durum, astrolojinin fasa fiso, ayın bir süs olduğu fikrine sahip insanlara kimbilir nasıl da saçma geliyordur!

Yıllar geçip öğrenme ve öğretme deneyimim derinleştikçe bu konuda farkettiğim birkaç şey oldu –

örneğin bir durumdan bahsetmenin onlarca yolu olduğunu, astrolojik semboller kullanılarak yaşamla ilgili kavramların ifade edilebileceğini –

çizgisel düşünmeye (neden-sonuç çıkarımı) alışmış bir kafanın ayın hallerinden yola çıkarak döngüsel düşünceye ayabileceğini –

bazen kişisel felaketlerimizi merkürün ters tepmesi gibi durumlara bağlayıp, satürn yüzümüze bakınca düzeleceğine inanmanın, “hayırlısı” demekten pek farkı olmadığını –

… Özeti, yogamızın gök cisimlerinden, mevsimlerden, hava durumundan etkilenebileceğini, belki de etkilenmesi gerektiğini, değişken doğa anayı izleyerek ve anlayarak çok şey öğrenebileceğimizi farkettim.

Sonra A aa BİR DE BAKTIM matta oturmuş diyorum ki: “Bu haftasonu çok güçlü bir ay tutulması olacak, o yüzden bugün Aya Selam serisini yapacağız.” (Ben bunu deyince yüzünüzde beliren alaycı yarım gülüşün farkındayım sevgili şüpheci dostlar, eğlenyoruz ya şurada karşılıklı, bozmayın 🙂)

Size dolunayın ne etkisi olduğunu, nasıl da tutulunca aman aman çok acayip şeyler olacağını yazmayacağımı tahmin etmişsinizdir. Burcumda, hatta doğum günümde tutulan ayın etkilerini ben çok net hissetsem de, konumuz bu değil. Konumuz, dolunay ve tutulma şerefine, Aya Selam, nam-ı diğer Chandra Namaskar.

Güneşe Selam serisinin dişil karşılığı Aya Selam’ın pek çok çeşitlemesi var. Benim seçtiğim seri enerjiyi aşağıya, toprağa, doğaya yönlendiren, döngüsel, kalça açıcılarla sakral çakrayı uyaran bir Aya Selam.

Seri boyunca matın yan, uzunlamasına kullanıyoruz.

Öne, arkaya, sağa, sola doğru hareket ediyoruz, bakışlarımız ve enerjimiz dört yöne de yöneliyor.

Döngüsel bir seri, dört yöne baktıktan sonra başladığımız yerde bitiriyoruz.

Geçişlerde Tanrıça pozu, Kali’nin pozu Utkata Konasana var, ayın dişi enerjisini, dolayısıyla kendi dişi enerjimizi onurlandırıyoruz.

Sözün özü, AY TUTULMASI vesilesiyle gündelik eril normun dışındaki kavramlarla, DİŞİLİN ÇEŞİTLİ YÜZLERİYLE karşılaşıyoruz.

Bundandır size Ay’dan, astrolojiden, hava durumundan, ve daha nice soyut şeyden bahsetmem. Alakasız görünen her oluş içinde yeni bir keşfi barındırabilir.

Bahsettiğim seriyi şurada http://iymsrishikesh.org/…/moon-salutation-or-chandra-nama…/ ve şurada https://kripalu.org/r…/chandra-namaskar-honoring-moon-salute bulabilirsiniz.

Cuma gecesi size neler olacak, ya da şimdiden oldu mu, meraktayım. Yorumlarda yazsanız ya!

.
.
.
.
#ayyoga #zeynepvaizoglu #yoga #izmir #chandranamaskar

 

BENİ ÇOK FENA KANDIRMIŞLAR! temizlik üzerine

DSC03587

Doğum günümün yaklaştığı, otuzumu geçeli yıl olduğunu kabullenmeye başladığım bu günlerdeki ruh halime uygun, klişe bir giriş cümlesiyle başlamak istiyorum:

Sene 2009. Üniversitenin gerçek anlamda son günü – (benim için yalnızca ilk üniversitemin son günüymüş, o zaman bundan haberim yoktu). Bitirme projesinin jürisinden çıkıp, Hacettepe’nin şenliğine gitmiştik. Lisede bir takım şeylere tepki olarak hep erkek model kısacık kestirdiğim saçlarımı, üniversite boyunca yine başka bir takım şeylere tepki olarak hiç kestirmedim (Uçlara savrulanlar birleşin! :)) Kuaförden, para harcamaktan, tüketimden, “yüzeysel” bulduğum her şeyden neredeyse tiksinerek tamamen uzaklaşmıştım. Ama, o kadar kendine bakmayan, kendiyle barışamayan, bir bedeni olduğunu farketmeyen bana inat, saçlarım uzadıkça uzuyor, güzelleşiyordu.

O yıllarda, savurganlığın, şımarıklığın bolca gözlemlenebildiği bir (özel) üniversite hayatının içindeydim. Kozmetiğe, plastiğe, yapaya, yalana mahkum olmadan kendime, bedenime bakabileceğimi, kaygılandığım için değil neşe duyduğum için süslenebileceğimi henüz bilmiyordum. Bakım, makyaj, giyim denilen şeylerin, canlılara nasıl bedeller ödetilerek ayağımıza geldiğini, parlak plastik paketlerin asıl meselesini yeni yeni öğreniyordum. Öğrendikçe de onlardan uzaklaşmaya çalışıyordum ama elimde bir kılavuz, önümde bir rehber yoktu – yine plastik paketten hazır tavuk yiyordum, yine marketten alışveriş yapıyordum. Bir şeylerin çok yanlış olduğu hissi hep vardı.

Aslında doğru yanıt bendeymiş, herkesin gözünün kaldığı parıldayan uzun saçlarımdaymış. Kuaför yüzü görmemiş, kimyasallara bulanmamış, bebek şampuanıyla yıkadığım, arada bir kına yaptığım saçlarım. Doğru yolu o yıllarda bulur gibi olmuşum ama bir daha bulana kadar aradan neredeyse 10 yıl geçti 😀

Bizler büyük yalanların içinde yaşıyoruz. Bize “iyi, güzel, doğru” denilen birçok şey düpedüz zararlı. Bunu ne kadar vurgulasam azdır. Bir daha yazayım: Kim olduğu belli olmayan bir dış kaynak size reklamlarla gelip, “bu çok iyi, her şeyi halleder” diyorsa bilin ki büyük olasılıkla ZARARLI. Doğrudan sizin için zararlı olmasa bile başka canlılara zararlı.

Nasıl bir yalan sisteminin içinde bulunduğumuz hakkında yazmak isterdim, ama buraya sığmaz. O yüzden bugünlük temizlik ve kozmetik üzerinde duracağım.

Evlerde rutin olarak kullanılan, çok doğal karşılanan bir takım ağır kimyasalların nelere yol açtığını basit bir aramayla öğrenebilirsiniz. Kullandığınız deodoranların, makyaj malzemelerinin bedende ve gezegende ne gibi izler bıraktığını da. Ben size bir özet geçmek istiyorum:

  • Kullanılması kesinlikle gerekli görülen, uğruna yer gök yıkılan, reklamları çekilen o DEODORAN denen nane var ya? Onun uzun süre etkili, içinde kanser yapan kimyasallar bulunmayan, maliyeti çok düşük, harika kokan bir halini EVDE YAPABİLİRSİNİZ (çok terliyorum, bana güvenin). Canınız uğraşmak istemezse hazır almak da mümkün, ama marketten değil, kim olduğu, ne yaptığı belli, televizyona reklam veremeyecek güzel insanlardan. Ben hala ismi lazım değil bir takım markalara paralar yedirip zehir almak istiyorum diyorsanız, karar sizin.
  • Saçlar, saçlarımız. Onlar bizden yalnızca dengeli temizlik istediler. Gerisini kendileri hallediyorlar zaten. Kafa derinizin dengesi fena halde bozulduysa, kaşınıyor, yanıyor, pul pul dökülüyorsa ihtiyacınız KEPEK ŞAMPUANI DEĞİL. Saç yıkamak için üretilen, içinde çok güzel yağlar filan olan, harika doğal sabunlar var. Kurutmuyorlar, besliyorlar, güzelleştiriyorlar. İsmi lazım değil marketlere, güya “özel ürün” satan eczanelere para dökmekten bıkanlara ŞİDDETLE TAVSİYE.
  • Sirke diyorum, karbonat diyorum. İnternet sirke ve karbonata güzellemelerle dolup taşıyor. Biz elimizin altındaki yararlı ve ucuz temizlik malzemelerini görmeyip marketten en kalın plastikten bi klorak şişesi alıyoruz, temizlik diye onu soluya soluya temizliğin kokusunu amonyak sanıyoruz. Niye yalan çok büyük anlıyor musunuz?
  • Piyasadaki cafcaflı bulaşık deterjanıyla yıkanan bulaşıklarınız var ya? Onlar ANCAK 2 TON SUYLA filan arınabilirmiş, biliyor muydunuz? (Rakamı attım ama gerçekten bu kadar abartılı). Ya arkadaş ben doğayı korumayı geçtim kendimi korumaya çalışıyorum, ellerimi çatır çatır amansızca çatlatan o deterjan içeride neler yapıyor sizce? Bir araştırmaya göre boğaz enfeksiyonlarına bulaşıklardan kalan deterjan neden olabilirmiş. Ağır tahriş ediyor çünkü (elleri düşünün, boğaz iç doku, çok daha hassas). Deterjanı bıraktığımdan beri bir kere bile boğaz ağrımalı hasta olmadım – ki her kış iki kere olurdum önceden. Bazı şeyler çok açık bence.
  • Çamaşırlar da aynen yukarıda yazdığım gibi. Yumuşatıcı denen kimyasal kokteylinin kokusu sanırım bağımlılığa benzer bir şey yapıyor, bırakıp da burnunuz normale döndükten sonra o yumuşatıcı parfümünün ne kadar ağır ve yapay olduğunu farkediyorsunuz çünkü. Reklamlara inanırsak, yüzyıllardır kül suyu gibi bugün akıldışı görünen malzemelerle yıkanmış çamaşırlar aslında pismiş, deterjanın icadından beri tertemizler 🙂 Yemiyoruz bunları.
  • Krem seven herkesi aktardan aldıklarıyla evde güzelce yapabilecekleri, içine sevdikleri mis kokulu yağları koyabilecekleri kremler yapmaya, bu zevki yaşamaya davet ediyorum. Ay ben anlamam diyenler, küçük ve samimi üreticiden şaşmayın, büyük markalar yine = zehir.

 

Bu listeyi çok uzatabilirim ama aklımdan bu acayip geniş konuyu birkaç kerede yazmak var. Zehirden girip kapitalizmden çıkabileceğimiz, güzellikten girip kadınlıktan, şehirden, gıdadan bahsedebileceğimiz bir konu çünkü bu.

Uyanık olun. Yapabileceğiniz en iyi şey bu. Uyanık olun. Size sunulanları alışkanlıkla kabul etmeden önce düşünün. İçinizi bi yoklayın, rahat mı? Başka bir yolunu bulabilir misiniz? Kendinize ve tüm canlılara karşı daha saygılı, daha sevgili, daha şefkatli olabilir misiniz? Gücünüzü, paranızı, enerjinizi yararlı yerlere akıtabilir misiniz?

Konu bu kadar basit aslında.

 

 

ANDA OLMAK IV – dinliyorum

dsc_0453ANDA OLMAK IV – dinliyorum

Konuşmuyorum. Konuşmuyorum. Dinliyorum. Aslında söylediklerini pek de dinlemiyorum. Ben meşgulum. Havayı koklamakla, sesinin müziğiyle, ellerinin ister istemez küçük hareketleriyle, başının etrafında titreşen ışıkla. Oradayım, bazen tam zamanlı, bazen gelgitli. Anlat. Anlat bana, daha da anlat.

Bir zamanlar insanları merak ederdim. Şimdi insanlığı merak ediyorum. Hayatlara iyi bakıyorum ve bazen elimi uzatıp parmaklarımın ucuyla dokunuyorum, yavaşça. Bazen yüzünüz aydınlanıyor, bazen suçlulukla gözlerinizi kaçırıyorsunuz, bazen alnınız kırışıyor beni anlarken.

Güzel değil mi? Beraber yapmak güzel.

Dinlemek, tam anlamıyla, hakkını vererek dinlemek, yoğun bir deneyim. Başkasını, kendini, dostunu, sevdiğini, sevmediğini, trafiği, rüzgarı dinlerken yalnızca dinlemek, dinleyerek anda kalmak mümkün. Sürekli konuşkan, yazışkan, bir şeyleri ifade halinde, arka planda car car televizyon, çıktıslı müzik, aynı muhabbet sakızları tekrar tekrar çiğnenip önümüze konar halde olmamızın nedenini Gündüz Vassaf çok güzel ifade etmiş, sindire sindire, dinleye dinleye bir okusanız ne güzel olur!

“Birbirimizi anlayamayacağımız korkusuyla, sözcükleri gereğinden çok fazla kullanıyoruz. Konuşmamanın, iletişim kurmayı reddetme anlamına çekilmesinden, kabalık olarak görülmesinden korkuyoruz.

Ayrıca, çok fazla konuşuyoruz.

Sessizlik bizi ürkütüyor.

Sessizliği denetleyemiyoruz.

Oysa sessizlikte, sezinlediğimiz ama tam tanımadığımız dürtülerimizin, özgürlüğün ve gelişigüzelliğin son noktası saklıdır. Sözcükleri kullanmakla, sessiz dünyaya kendi düzenimizi zorla kabul ettirmiş oluruz. Kendimizi güvende hissederiz. Sözcük kullanmamız, etrafı izleme, bilinmeyeni sorgulama, sözlü tanıma haritası olmayan şeyleri sözcüklerle kodlama eğilimimizden doğan bir gücün işaretidir. Sözcükleri kullanmakla, çevremizdeki şeylere sahip oluruz. Sahip olunca da kendimizi güçlü, her şeyi denetleyen bir konumda hissederiz.

Aymazlığımızın doruğu da budur işte. Başını kuma gömen devekuşundan farksız bir durum.

Birer ikame olarak sözcükler, kendimizi yaşama bırakmaktan alıkoyar, deneyimlerimizin önüne geçer.

Sözcükler bizi kör eder.”

Gündüz Vassaf’ın çok sevdiğim Cehenneme Övgü kitabından. Karşınıza çıkarsa takılın, takılı kalın, bırakın ufkunuz genişlesin.

Sessiz sevgilerimle.

Fotoğraf: Kamer Aslı Kelly

#ayyoga #zeynepvaizoglu #yoga #izmir

ANDA OLMAK III – sevginin kıyısında, öfkenin merkezinde

_DSC7416

Öfkem her zaman yakıcı olmuştur. Yılan gibi sokuyorsun, dedi beni en iyi tanıyıp en çok sevenler. Uzun bir göz kararması anı, sonradan ağzımdan çıkanları hatırlayamama hali. Karşımda şokla donup kalmış insana bakıp, Ne dedim ki ben?! diye soruşum samimi. Öfke ilkel bir tutku, tehlike altındaki vahşi hayvanın mağarasını savunması, bilincin ve belleğin sahneden çekildiği, yalnızca korku ve şiddetin olduğu bir yer. Öfke bir yer olsaydı sivri, parlak siyah kayaların arasından lav nehirleri akar, gökyüzü griden kırmızıya çalardı; ve sonra İNCİNDİĞİN İÇİN SALDIRDIĞINI FARKETTİĞİN AN nehirler berrak suya döner, bulutlar tuttukları yağmuru bir anda bırakırdı. Gözyaşları. Öfkeden tek çıkış, saldırganlığın ardında kırgınlık olduğunu farketmek. Öfkeden tek çıkış, incinebilirliğinle tanışmak, yaraların derin kuyularında nöbet tutmayı bırakmak. Öfkeden tek çıkış, öfkenin merkezine inmek.

Öfkenin merkezi?

Hislerin yoğunluğundan kaçmamayı, kaçmak için telefona, televizyona, yemeğe, kitaplara, hayal dünyama düşmemeyi öğrendiğim zaman geldim öfkemin merkezinde bir başıma dikildim. Korkunç bir yerdi. Hiç susmayan bir çığlık vardı, içimden yaratık çıkacakmış gibi bedenimi zorlayan büyük bir gerginliğe, sıkmaktan aşındırdığım dişlerimdeki ağrılara, omuzlarımdaki tonlarca yüke dayanmam gerekliydi. Bağırmadan, ağlamadan orada kalmam, öfkemi hissetmem, ÖFKEMİN VAHŞİ GÜCÜNÜ HİSSETMEM gerekliydi. Sonra kıyıya çarpan dev bir dalga gelip beni derinlere çekti.

Ve öfke bir daha geldiğinde hatırladım: Gücümü, gücümün içindeki kırılgan kalbimi, korumaya çalıştığım mağaramı, öfkenin merkezinde BEN olmayı hatırladım. Öfkemi tetikleyen insanın gözlerinde onun kırılganlığını, koruma arzusunu, onun mağarasını gördüm. Yaralı hayvanlardan hiçbir farkımız olmadığını anladım. Öfkem güce dönüştü. Kaynağı ben değildim, yalnızca içimden geçiyordu. Öfke benim içimden geçerken, ben de onun içinden geçtim. Bulutlar yağmuru bıraktı. Ağladım.

İrem bana bir soru sormuştu: “Bedeninin farkındaysan, o mekanda olmak istemediğini tüm bedeninde hissediyorsan ama yine de durumu değiştiremiyorsan… Kabullenme, bunun geçiciliğini bilme haline duygusal boyutta nasıl ulaşıyorsun?”

Stephen Cope, The Great Work of Your Life isimli harika kitabında buna bir cevap vermiş. Demiş ki:

“İçine gir. Öfkenin, korkunun içine gir. Onu bedeninde hisset. Onunla tanış. Yaşadığın duygunun kalbindeki enerjiyi, merkezindeki gizli hediyeyi bul. Korkma. Bırak üstünden akıp gitsin. Onu bil.”
.
.
.
.
.
.
.
.

Fotoğraf: Ersan Çeliktaş