YA ZEYNEPÇİM, SEN KİİİİİM BÜTÜN BUNLARI YAPMAK KİM?

IMG_6937 (1)

Öyle sık geçiyor ki bu soru içimden! Bazen, “bak, nereden nereye!” tadında, bazen “nelere kalkıştın acaba sen?!” şeklinde. Şaşmaz bir şekilde kendimi geçmişte öğrenemediğim şeyleri öğrenirken, görmek istemediklerimi gözüme sokulurken buluyorum. Ben kiiiim, DD ile güç bela geçtiğim dersler hakkında bu gerçekten hiiiiç haberi olmayan bi takım masum insanlara öğretmenlik taslamak kim? Ben kim, padmasana kim? Neymiş efendim, kalçasını esnetecekmiş. Ya sen bi 20 sene omurgan C şeklinde bacak bacak üstüne atarak otur, saatlerce günlerce bilgisayara bak, hiç kalkmadan şehirlerarası belki de yüzlerce otobüs yolculuğu yap, sonra gel, neymiş ben kalçamı esneticem. Yok ya! Kolay mı kalça esnetmek??? “Kalbini aç, kalbini aç, derin bi nefes, şöyle bi omurgayı toparla” diyosun ya derslerde, yav sen kiiiim kalbi açmak kim? O kalp ki açık olmanın cefasını da cezasını da ağır çekmiş, manyak mısın ne açıcan otur oturduğun yerde (omurga C şeklinde). Bir eğitimde ara verdiğimizde hocamız gelip omuzlarıma dokunarak, postürünü düzeltmek istiyorsan dik durmaya başlamalısın, demişti. Diyemedim ki ben kim omuzları yerine takmak kim? Omuzları öyle bi çıkarmışım ki yerinden meğersem omurlarımdan biri donmuş, hareketsizmiş. Ya Zeynep sen yargılaya yargılaya, kıra döke, sonunu düşünmeden yaşamışsın, sen kim omurgayı toparlamak kim? Bırak allasen. Çocuk pozuymuş. Alnın secdeye en son ilkokulda din dersinde namaz öğretilirken değmiş. Millet günde beş vakit iniyor çocuk pozuna. Sen kim, bu saatten sonra çocuk pozuna varıp yaradana secde etmek kim? Neymiş 2. Savaşçı’da diz ayak bileğinin üstünde olacakmış. Bi kere allah vermemiş ki canikom, diz anyada ayak bileği konyada. Bir arkadaşımın yoga yapan ortopedi cerrahı babası, diz ve kalça yapımla karşılaştığında, yani biliyosun yoga yapmak zorunda diilsin, demişti. Teknik söyleyecek olursak hem Tibiada hem de Femurda alışılmadık torklar mevcut, açılı geliyor canım, öyle çoğu insan gibi ayak bileği-diz-kalça üstüste olup öne bakmıyor bende. Ulan allah vermemiş işte, pes et di mi?
Çocukluğumdan beri sakar diye adım çıkmıştır. Çaya şeker attığım zamanlarda, o kaşıktaki şekerle çayı ilk denememde buluşturduğum nadirdi (bu yüzden şekeri bıraktım^__^). Heyecanlanınca elime koluma hakim olamazdım, bedenle çalışmaya başlayınca biraz sakinledim çok şükür. Haftada bir bardak filan kırmazsam rahat edemem. Götümle dağları deviririm (küçükken bu lafı benim için icat ettiler sanmıştım). Beden dersi oldum olası büyük bir kabustu, çünkü o topları ya ben ıskalardım (boşa vurmak iğrenç bir histir) ya da ne tarafa kaçacağımı bir türlü hesaplayamadığımdan gelip gelip kafama çarparlardı. Beden öğretmeni de suratını buruştururdu devamlı, herhalde kasıtlı yaptığımı veya canım istemediğinden öyle olduğunu sanıyordu. Yahu kim 15 yaşında ergenliğin doruklarındayken kafasına top çarpsın ister? Bir değil iki değil? Neyse, toplu sporlardan itinayla kaçarak büyüdüm. Şimdi de arabam sağlı sollu komple çizik. Algılayamıyorum arkadaş! Ben senin kalbinden geçene anında vakıf olurum ama şu mesafe ve koordinasyon olayını bi türlü çözememişim! Senkronize danslı etkinliklere katılma girişimlerimin hepsi kendimi salonun alakasız bir ucunda kendi etrafımda ters tarafa dönerken bulmamla bitmiş! En sonunda bir gün olaya aydım ve göz doktoruma gittim. Benim gözler kafama top geliyor diye küsüp kitaplara düştüğüm için 6 numara miyop (bence bana devlet bakmalı). Göz doktoruma, ya ben niye bu kadar sakarım, gözlerim mi bozuk yoksa beyinsiz miyim, dedim. E gözün bozuk zaten, dedi, artı bi de beyinsizmişim. Evet, doğru okudunuz. Benim ve herkesin sakarlık, efendime söyliyim yerine göre salaklık, en ılıman haliyle koordinasyonu yok olarak nitelendirdiği şey, beyinde bir tür “bozukluk”, bir farklı yapılanma hali, bugün çocuk olsam teşhis edilebilecek isimli misimli bir durummuş. Ben de diyorum, görüyorum ama niye bu şekeri çaya diil masaya döküyorum? Herkes güzel güzel parkediyor ben niye sürtüyorum? Teşhisi aldım, rahatladım, çünkü tedavi olmadığı gibi, aslında tedavilik bi durum da yok. Kalbinin açık olması gibi, birlikte yaşadığın, kişiliğini şekillendiren bi durum bu.

Şimdi sorarım size, ben kim, bir oda dolusu insana bedenden, bedenin mekanda kapladığı yerden, hareketten, hatta koordinasyondan bahsetmek, üstelik tüm bunları göstermek, ve dahi başaşağı dururken car car konuşmak kim?

Belki duymuşsunuzdur bunu söylediğimi:
Ben yapabiliyorsam herkes yapar.

Yazının başında bahsettiğim dersler var ya. Onları da algılayamamışım ben. O zaman çözemediğimi şimdi çözeyim diye, bazen de (geçen hafta sınıfta olduğu gibi) çözemeyip kızarıp bozarayım, sonra buna da gülebileyim diye karşıma çıkaran hayat – ya sen nelere kadirsin!

Fotoğraf: Necati Türker

 

“NORMAL HAYATTA ÖYLE BİR İŞ YAPTIĞINI BİLMİYORDUM!”

IMG_0284

Yoga aracılığıyla tanıştığım insanlar bazen “normal hayatta” “normal” bir işim olduğunu duyunca şaşkınlıkla bakıyorlar yüzüme: “Aaa ben senin böyle bir işin olduğunu bilmiyordum!” Böyle bir iş dedikleri, sistemin önemli bir parçası olan ve toplumda saygı duyulan üniversitede ders verme işi. Saygı duyulası da bir adı var: “öğretim görevlisi” ya da, olumlu olumsuz tüm anlamlarıyla, “hoca”. Bazılarına göre yoga “hocalığı” daha “marjinal” (sistemin sınırlarına yakın?) bir iş gibi ve benimle ilişki/bağ kurmalarına bir nevi engel oluyor, bunun karşısında üniversite “hocalığı” sistemin o çok iyi tanıdıkları ta göbeğinden, üstelik de saygı uyandıran bir yerden sesleniyor onlara. Bazıları bu iki “iş”in birbirine zıt düştüğüne son derece kani, bazılarına göre ikisi de “öğretmen olmak” üzerinden benzer. Sanki ben Jekyll ve Hyde misali iki ayrı hayat yaşıyormuşum da, biri diğerini telafi ediyormuş gibi düşünenler de oluyor. “Para oradan geliyor ki yoga yapıyor”, “Yoga yaptığı için sınıfta bu kadar sakin” gibi önermeler sözcüklere tam da böyle dökülmese de benim hassas antenlerim onları yakalayıveriyor.
Üniversitede güzel sanatlar fakültesinde çalışıyorum ve liseden yeni mezun olmuş öğrencilerin “güzel sanatlar” ile ilk kez karşılaştığı, elleriyle çalışarak öğrenmesi beklenen büyük bir stüdyo dersine giriyorum. Bundan 12-13 sene önce, elleriyle çalışmayı neredeyse hiç bilmeyen, soyut bir hayali somut hale çevirmesi hiç gerekmemiş bir genç olarak şimdiki öğrencilerimin geçtiği yoldan geçmekteydim. Zihin ve beden işbirliğiyle yapılan bir işin adım adım planlanması gerektiğini bilmediğim için asla kafamdaki hayale uygun ve temiz bir iş çıkaramadığım anladığımda üniversiteye başlamamın üstünden tam 3 yıl geçmişti. Konu fiziksel çalışmaya geldiğinde aczim o kadar büyükmüş ki neden beceremediğimi anlamam bile yıllar almış! Şimdi uğraşan, uğraşan, uğraşan ve bir takım standartları karşılayan bir iş çıkaramayan öğrencilerimin yüzünde gördüğüm çaresizlik ve hayal kırıklığını çok derinden biliyorum. Üzerinde hiç düşünmedikleri kavramları ve hiç deneyimlemedikleri eylemleri birdenbire hayatlarına sokmalarını talep eden eğitim planının yarattığı bezginliği ve yorgunluğu biliyorum. Aptallaştırmak ve köleleştirmek üzerine kurulmuş bir sistemde güzel sanatlar fakültesinin yeri nedir, ve ne beklenebilir, düşünüyorum. İnsanların ancak ve ancak yalnız başlarına kalarak ve yaparak öğrenebilecekleri – yani içsel bir bilgiyle kendi kendilerine öğrenebilecekleri şeyleri sözcüklere dökerek anlatmanın imkansızlığını hemen hemen her ders yaşıyorum. Yoga asananın bedende ve zihinde aldığı şeklin çeşitliliğiyle üniversitede yapılan bir sunumda sisteme uygun kalıp örneklerin öğreticiliğini ister istemez karşılaştırıyorum. Pasif bir izleyici olmayı ödüllendiren bir kültürde yetişmiş insanların aktif katılımcı, dahası “yaratıcı” olmasını beklemek ne kadar gerçekçi? “Instant gratification” yani anında tatmin çağında yaşayan gençlerden 4 saat boyunca aynı el ve zihin işi gerektiren göreve odaklanabilmelerini beklemek – ben olsam yapabilir miydim diye sormak kendine? Kendini, kendiliğini tam olarak algılayamayan bir insanın, bunu farketmesine, bunun nasıl da bir engel teşkil ettiğini anlamasına şahit olmak büyülü bir deneyim. Yoga matında konuşurken birinin yüzünde o şafağın attığı anı, aydınlanmasını, anlayışın rahatsızlığını ya da rahatlamanın eve dönmüşçesine huzurunu gördükten sonra “sınıfta öğretmen” olmak tanıdık ve zorlu bir deneyim. Yaşadığım ikili bir hayat değil, aynı tutkunun, aynı keşif ve keyif arzusunun başka başka ortamlardaki yansıması. Durumun aslı şu ki insanla çalışmak, içtenlikle ve samimiyetle insanla çalışmak kendime dair çok şey öğrenmemi sağlıyor. “Kendime dair” olan her şey de aslında yaşama, dünyaya ve bu yazıyı okumakta olan sana dair. Öğretmenlik yalnızca ve yalnızca daimi bir öğrencilikle olabiliyor. Samimiyetle ve kendini vererek yaptığın sürece, neyi öğrendiğin ve öğrettiğin de çok önemli değil, çünkü asıl mesela aktarım sürecinde oluşan dinamikten beslenmek, iç görünün ve yaşamının genişlemesi. Yine de, içinde büyük çelişki barındıran bir durumdayım. Bu çelişki zaman zaman beni sıksa ve isyan etmeme neden olsa da, biliyorum ki yeni yollar genellikle yeterince uzun süre içinde bulunulan çelişkilerden doğar. Yolumu arıyorum. Yolumu hepimiz için arıyorum.

 

YOGA YAPAN KADINLAR TAMAM DA, YOGADA KADINLAR NEREDE?

Yakın yoga tarihine bakarsanız çoğunlukla eril figürler görürsünüz.
Şimdi yapılan haliyle yoganın öncüleri olarak karşınıza Krişnamaçarya, Pattahbi Jois, Iyengar, Desikaçar gibi erkekler çıkar. Daha öncesine giderseniz yoganın kadınlara yasak olduğu bilgisine bile ulaşabilirsiniz.

Peki bu doğru mu ve hep böyle miydi?

“Kadın zamanın başlangıcından beri guru, şifacı, yogini ve Tanrıça olmuştur.”
Tantra bilgini Ramesh Bjonnes (https://www.elephantjournal.com/…/…/dispelling-one-big-myth-about-women-and-yoga-ramesh-bjonnes/)

Tantrik yoginiler ziyafetler düzenler, müzik yapar ve dans edermiş – onların ibadeti buymuş.

Yer, içer, öğrenir, öğretir, esinlenir ve birlikte büyürlermiş. Kadınların desteğiyle bütün topluluktaki enerji beslenir, özgürce akarmış.

Kadınlar kanamanın, doğumun, şifanın ve ölümün doğal güçlerini transla ve dansla kutladıklarında hastalıkların kovulduğuna, insanların, hayvanların ve bitkilerin bereketinin arttığına inanılırmış.

Hindistan’da kadınların yoga yapmasına izin olmayan bir zamanda, INDRA DEVİ modern yoganın babası olarak anılan Krişnamaçarya’yı onun öğrencisi olmaya ikna etti. Indra Devi’nin beraber çalıştığı öğrenciler arasında B.K.S. Iyengar ve Pattabhi Jois de vardı.

Indra Devi son derece eril bir disiplin olan yogayı, kozmopolit, spiritüel ama dindar olmayan kadınlar için bir ritüele dönüştürdü. Yoko Ono, John Lennon gibi ünlülere, dünya liderlerine, müzisyenlere yoga öğretti – ve yogayı herkesin erişebileceği hale getirdi.

“Çağdaş kadın Tibet Budizmi ya da Hindu Yoga uygulamaları yaptığında, yoginilerin, dakinilerin ve tüm eski Yoga ve meditasyon uygulayıcılarının kullandığı gücü davet eder. (…) Şarkı söylediğimde, sabahları yoga mudra yaptığımda ve on beş dakikalığına derin bir meditasyona girdiğimde, kadim anaların öğretilerini benimle paylaştıkları bir yere gidiyorum” Vicki Noble

KaydetKaydet

Sahil köyünde

Sahil köyünde, hindistan cevizi ağaçlarından süzülen yakıcı güneşle aydınlanan pazarda boş boş dolaşıyorum. Nemli, sıcak hava yükselen bok kokusunu her yere bulaştırıyor, ayaklarımız yıkanınca çıkmayan tozlara bulanmış, sağımız solumuz yara bere, sivrisinek ısırığı içinde, kimimizin bacağında motosiklet yanığı, kimimizde bayır aşağı düşerek edinilmiş çizikler ve morluklar, ayak bileklerinde habire öten zilli halhallar, istisnasız iç gösteren hafif giysiler, saçlarımız tuzdan ve güneşten hışır hışır, kimimiz her adımda dans ediyor. Güneş batarken kumsalda davullara vuruluyor, ateşle oynayanlar, ateşin etrafında oynayanlar… Kalçalarım ritme uyuyor, yapabileceğim başka bir şey yok, davulların ritmine, yaşamın ritmine, yaşama, kalp atışlarına uyuyorum, parmak uçlarımda dans ediyorum, güç yavaş yavaş yukarı çıkıyor, kuyruğumdan omurgama, omuzlarıma, başıma, saçlarıma. Güneş çoktan parlak kızıl bir küre olmuş batarken hemen karşısında incecik bir yeni ay yükseliyor, hepimiz maşuk, nabızlarımız bir atarken, Manuhar’ı görüyorum, çemberin ortasında, kollarını açmış, kıvrakça danseden tabi ki o: Kedi yavrusu Manu, cadı parçası Manu. İnanılmaz güzel, su gibi akıyor sert vuruşların içinden. Onu tam anlamıyla ilk kez, akşam yemeğinde, mum ışığında birbirimize doğru eğildiğimizde gördüm, gölgelerin arasında parlayan yeşil gözleri benimkilerle neredeyse aynı renk, yüzü çok zaman öncesinden tanıdık. Zaman duruyor, biz ateşin etrafında, kendi vuruşlarına mest davulcuların önünde hiç durmadan devam ediyoruz. Ayak parmaklarım kumlara gömülmüş, kollarımı kaldırınca ortamdan geçen elektrik başıma taşıyor ve tepemden gökteki tanıyamadığım yıldızlara akmaya başlıyor, boşluğun ortasında asılı bir kürenin çekiminde olduğumu ilk defa bu kadar açık hissediyorum. Gün kayboluyor, kendimi unutmuşum, varlığımı titreten davullara kaptırmış, toplu vecdin içinde dansediyorum.

 

BİR MALASANA HİKAYESİ ya da SONUNDA NASIL ÇÖKTÜM :D

Malasana, ya da yaygın adıyla “çömmek”, bana imkansız gelirdi. Kazaen İzmir’de doğmuş, ilk on yılını İstanbul’un Erenköy’ünde geçirmiş, alaturka helayı nadiren görmüş bir çocuktum; epey küçükken bir yazlık beldede çömmeli tuvalete girdiğimde becerememiş, üstüme başıma işemiştim  Sonradan öğrendim ki benim gibi (bişey) açısı yüksek bir kalça ile iç rotasyonda bacaklara sahip insanlar zaten çömmeye, bağdaş kurmaya (yani kalçayı ve bacakları dışa doğru açmak gereken hareketlere) meyilli olmazlar, olamazlarmış. E bir de bu ülkede dişi olarak doğmuşsan, “bacağını topla”, “bacaklarını kapat”, “kızlar öyle oturmaz” terörüne sesli ve sessiz, açıktan ya da imalı, çoğunlukla sert bir şekilde maruz kalmışsan, o bacakları açıp da orana burana götürmek öyle bi zorlaşıyor ki!

Yogamın ilk üç yılında asla ve kat’a çömeldiğimde topuklarımı yere getiremedim. Bu arada 200 saatlik bir eğitim almış, çok sayıda atölyeye katılmıştım bile. Kelimenin tam anlamıyla kaskatıydım, hatta bir uzman bana “Senin başına ne geldi??!!” diye sormuştu, bir trafik kazası ya da travmatik bir olay umarak; olumsuz cevabıma inanmış mıdır, bilemiyorum. O parmak uçlarımda Malasana benzeri şekle girdiğimde hissiyat olarak öyle tehlikeli bir hareketin içindeydim ki! Kalçayı açmam, dışa çevirmem gerektiğine resmen stres tepkisi veriyor, kilitlenip kalıyormuşum meğerse. Orada çok acayip şeyler varmış, ben bilmiyormuşum da, beden -yani benden içeri ben- biliyormuş.

Bu yüzdendir ki ancak 2016 başında bir başka eğitim için gittiği tropik bir iklimde – ısıyla, memleketten uzaklıkla, sabah aştanga akşam vinyasayla gevşemiş bir Zeynep – ilk defa Malasana’da topukları yere getirmeye muvaffak oldu.

Yani bildiğiniz manada duvar dibine dayı gibi çömmek için tam 28 yıl bekledim!

Kranti çok cool bir hocaydı. Ortalıkta çapkın çapkın dolaşmaya, akşamları hali kalmış olanlarla partilere akmaya, alkolü de sigarayı da bol bol içmeye bayılırdı. Kendisine görür görmez çarpıldım. Adamdan daha önce hiç kimsede hissetmediğim yumuşak, kapsayıcı bir enerji akıyordu. Bize haftada bir iki kere atölye yapıyor, orada elinin değdiğini daha önce gidemediği yerlere götürüyor, giremediği pozlara şıp diye sokuyordu. İşte o atölyelerden birinde, benim tüneğinde papağandan beter halde iki büklüm ayak parmaklarımın ucunda terler akıttığımı görünce, elime bir yoga kemeri verdi, şalanın kolonu niyetine kullanılan otuz metrelik palmiye ağaçlarından birini işaret etti. Gittim kemeri ağaca doladım, iki ucundan tuttum ve ilk defa Malasana’ya oturdum. Ağlıyordum. Hem de ne ağlamak! Gözlerim, ağzım, burnum şarıl şarıl akıyordu. Tam nerede olduğunu tarif edemeyeceğim cehennemi bir fiziksel acının yanında, üzerimdeki yükün ağırlığına, kendime, galiba yaşadığım tüm hayal kırıklıklarına … da ağlıyordum. O anda bunları düşünebildiğimi sanmayın. O anda yalnızca koyu kızıl bir öfke, o öfkenin çaresizliği, çaresizliğin acısı falan gibi soyut şeyler vardı. Açmazım cayır cayır yanarak açılıyordu.

Aslında buraya, “ANDA OLMAK III – bedeninde olmak ne demek?” yazısını yazmak için gelmiştim ama içimden bir MALASANA döküldü. Araya bi kısa hikaye gireyim demiş sevgili ben. Anda Olmak Üç‘de, “eyvallah bedenimdeyim ve bedenim burada olmaktan nefret ediyor farkındayım, ama olmak zorundayım, e nolucak şimdi???” sorusunu soracağım. Nefretten kaskatı kesilmekle kendini öfkeye bırakıp ağlayıp bağırmak arasında bir seçenek daha var mıdır, öfkenin ve nefretin merkezine inip orada bir hediye bulmak mümkün müdür, hadi becerdik diyelim, hemen oracıkta erer miyiz? 🙂

Sizin de çok zorlandığınız asanalar, şekiller, durumlar olmuştur herhalde (bir tek ben diilim di mi? 😮). Ne oldu? Geçti mi? Nasıl geçti? Çok merak ediyorum. Bana yazar mısınız?

Video: Ceren Yolgörmez <3

#ayyoga #yoga #izmir #zeynepvaizoglu #malasana

ANDA OLMAK II – bedenimde miyim nerdeyim ben?

Çok kalabalık, çok yabancı, çok gürültülü, daracık bir sokakta yürüyorum, yanımdan durmadan geçen arabaların motor sesi, dükkanların ucuz hoparlörlerinden taşan korkunç çıktıslı müzikler, havada nem olmuş yüzde doksan sekiz, ter içindeyim, başım çatlıyor, sokağın ortasında durup rahatsızlıktan ağlamaya başlıyorum,,

Çok hızlı, çok çok çok hızlı giden bir arabanın içindeyim, dehşetli aksiyonlu elektronik müzikler çalıyor, direksiyondaki insan direksiyonda sinir krizi geçiriyor, büzüşüyorum, belim kasılmış, kaskatıyım, kassss…katı,,

Annem bağırıyor, bence annem hep bağırıyor, neyin yanlış olduğunu anlayamıyorum, düzeltmeye çalıştıkça daha çok sakarlık, daha çok bağırtı, kaçamıyorum, yapamıyorum, beceremiyorum, donup kalıyorum,,

Hadi kolaysa gel de bedende ol. KOLAYSA KORKUNUN – RAHATSIZLIĞIN İÇİNDE KAL BAKALIM. Kim kalabilmiş ki sen kalacaksın?

Hayatımın bir kısmı OLMAK İSTEMEDİĞİM YERLERDE BULUNMAKLA geçti, geçiyor. BEDENLE BAĞLANTIYI KOPARAN en büyük etken bu

ve

bununla başa çıkma becerimin zayıf olması.

Yapabileceğim şeyler var.

Bunlardan biri: bedeni hatırlamak, hissetmek ve onurlandırmak
Bir diğeri: gerçekten olmak istediğim yerlerde bulunarak kendime saygı duyabilir, kendimi sevebilir hale gelmek

GERÇEKTEN OLMAK İSTEDİĞİM YERLER DERKEN???

Bilemeyince bedenime bakıyorum. Midem mi bulanıyor yoksa orta yerimde sıcak ve rahat bir his mi var? Ellerim ne yapıyor? Yüzümdeki gerginliğin farkında mıyım? İç bacaklar? Yoksa ayaklarım mı büzülmüş sıkıcı ayakkabıların içinde?

Kaç Zeynep kurtar kendini.

Zeynep asıl gitmek istediği yeri boşverdi, yol üstü serin bir kafeye girdi, kötü bir kahve söyledi, gözyaşlarını sildi.
Zeynep arabadan inemedi, zira otobandaydılar, ama o arabaya bir daha hiç binmedi.
Zeynep paniklemeyi bırakıp annesine baktı ve annesi onu anlamadı, ama Zeynep paniğin bırakılabileceğini böylece öğrendi.

Keşke gerçekten böyle gitseydi bu anlar, ama ne yazık ki kolayca öğrenemedim ben bedenimde olmayı ve onunla birlikte hareket etmeyi.

Önce kendime yapmış olduğum kötülükler için özür dilemem gerekti

Sonra bunları anlayabilmem için o kötülüklerin elzem olduğunu kabul etmem (bu daha zordu)

Ondan sonra geldi bedenle, anla, anda kalmakla, kendini hissetmekle barışmak.

“Kendini sevmenin alternatifi kendini yok etmektir. Kendini hakkını vererek sevme riskini almazsan kendini yok etmeye mecbur olursun.”
(Alan W. Watts, Cloud-hidden, Whereabouts Unknown, çeviri benden)

(sonuncu bölüm yakında)

Foto: Elif Tekcan Dilek Himam Jörn Fröhlich STEAMPUNK projesinden, Elif Tekcan‘a çok teşekkürlerimle

ANDA OLMAK I – kendimde miyim ben?

Bir zamanlar… Beni neredeyse hiç tanımayan, aynı anadili konuşmadığımız bir yabancı bana şöyle demişti: “YOU ARE A VERY PRESENT PERSON” yani “ANDA KALAN / ŞİMDİKİ ANDA BULUNAN BİRİSİN”

Anda olmak, “presence”, “mindfulness” gibi kavramlar hakkında okumuş ve düşünmüştüm ama BEN ANDA MIYDIM? Bence HAYIR. Yabancıya göre kesin bir Evet.

İltifat ediyor diye düşündüm. Sonra – bir anda – kendimi farkettim, tüm bunlar olup biterken yabancının gözlerinin içine bakmakta olduğumu, tanımadığım bir insanı dinlerken tamamen ona odaklandığımı, kendimi unuttuğumu, O OLDUĞUMU farkettim. BAŞKASINI DİNLERKEN ANDAYDIM. Yabancı haklıydı. İnsanlarla iletişimimde empatinin doruklarındaydım, çok “present”tım, tüm nüansların farkındaydım. HAHAHAHAHA HARİKAYIM YAA, demedim, diyemedim –

Çünkü sıra kendimi dinlemeye geldiğinde ben neredeydim??

Her yerde, yıldızların yanında altın kanatlarla, denizlerin dibinde devasa şarkılarda, KENDİMİ DİNLEMEKSE KONU HER YERDE AMA ASLA KENDİMDE DEĞİLDİM.

E bu nasıl anda olmak???

Yabancıdan duyduğum bu laftan sonra bir yıldırım düştü kafama, adeta ayıldım.

Sonraki iki yılım bunun üzerinde çalışmakla geçti.

KENDİMİ HİSSETMEKLE.

ANDA VE BEDENİMDE OLMAKLA.

Ve başardım, denemeyecek bir konu bu. Başarmak filan yok. Yol yürümekle bitmiyor, Tao Te Ching der ki:

“Yapmadan yap, hareketsizlikle hareket et.
Tadı olmayanın tadını çıkar.
Küçük olana büyükmüş gibi, büyük olana küçükmüş gibi davran.

İncinmeyi iyiliğin gücüyle karşıla.

Zor olana henüz kolayken çalış.
Büyük olanı henüz küçükken yap.
Dünyanın en zor işi başlangıçta kolaydı, dünyanın en büyük olayı küçük başladı.

Böylece bilge ruh büyük şeylerle uğraşmadan büyük şeyler yapar.

Hafife almak değersizleştiriyor ve kolaya kaçmak zorlaştırıyorsa yaşamı, bilge ruh kolay olana zormuş gibi yaklaşır ve ona hiçbir şey zor gelmez.”

[Lao Tzu, Tao Te Ching, Ursula K. Le Guin çevirisi/yorumu ve benim Türkçe çevirimle]

(…devamı gelecek)

#ayyoga #yoga #izmir #zeynepvaizoglu #presence #mindfulness#taoteching #laotzu

EN SON NE ZAMAN AYAKLARINI HİSSETİN?

En son ne zaman ayaklarına yakından baktın?
En son ne zaman yere sağlam basan ayaklarının ve güçlü bacaklarının hareketinden zevk aldın?

En son ne zaman yediğin yemeğin tadını, kokusunu, dokusunu, rengini, sesini tüm duyularınla algıladın?
En son ne zaman ellerinle çalışarak bir şey yarattın, ne zaman aklına gelen fikri yaşama, soyuttan somuta geçirdin?
En son ne zaman bedeninin mekanda/zamanda hareketinden zevk aldın?

Bütün bunlar bizi yaşamın dünyevi hallerine, somut yönlerine güçlü bağlarla bağlayan KÖK ÇAKRAnın konusu – ayaklar, bacaklar -kökler- maddiyatla, işle, parayla, eril olanla kurduğumuz ilişki – ne kadar zihnimizde yaşıyoruz, ne kadar bedenimizde – fiziksel olarak olan bitenin farkında mıyız, ruh hallerimizi duyguların fırtınası içindeyken bile farkedip adlandırabiliyor muyuz YOKSA kafada hep bir hikaye, hep bir bahane, kaçılacak renkli bir dünya mı var?

KÖKLENMEK – NE DEMEK?

Zihinde anlaşılamayan, ancak BEDENDE VE BEDEN İLE deneyimlenebilen bu KÖKLENME durumunu araştırmak için ÇAKRA YOGA çok iyi bir araç.

Ağaçları anlamaya doğru, kadim köklerden yeni göklere!

 

BİR “AMA BEN ESNEK DEĞİLİM Kİ”NİN ANATOMİSİ

Sene 2015. Tripsichore Yoga atölyesi için İzmir Yoga’ya gelen sevgili Edward Clark amca, Ustrasana devesinin bende ancak bu şekli almasının nedenini anlamaya çalışıyor, doğru hatırlıyorsam kürek kemiklerimi aşağıya davet ediyor, ama bilmiyor ki kürek kemikleri ve omuzlar ve genel olarak ben son derece inatçı, üzerimize yükler, yargılar, bilmemneler gırla çöreklenmiş. 2015 Zeynep’i ellerini arkada birbirine doğru örüp ZİNHAR omuzları ve göğsü açamıyor, anatomik söylencede anterior deltoid olarak geçen kaslar geçit vermiyor, pectoralisler komple katırlık yapıyor, eh be Edward amca nerede kaldı Ustrasana…

Bundan 1 sene sonra Hindistan’daki öğretmenim Tarun Kranti Agrawal köprücük kemiklerimin altına şöyle bir dokunup “DUYGUSAL” diyecekti açılmaz salyangoz halime, o sıralarda yoga kemeri en yakın dostumdu, akşam vinyasa bitip de partiye giderken elbisemin beline takıyordum kemeri öyle ayrılmaz bir ikiliydik. O NASIL DUYGUSALLIKMIŞ YAA dedim ama kabul ettim, sonra sonra anlamaya başladım boğaz çakrasıyla omuzlardaki gerginliğin ilişkisini, farkettim ki boğaz çakrası “kendi gerçekliğini söylemek” ile ilgiliyken ben hala HAYIR. sözünü gündelik hayatına sokamamış bir kişicağızım. Hemmen bir poster yaptım astım evime kocaman, hepsini hatırlamasam da bir maddesi geri geldi bunları yazarken “SADECE İÇİMDEN GELİNCE GÜLÜMSEYECEĞİM” – geçenlerde trafikte bir kadına yol verdim, teşekkür mahiyetinde bir gülücük attı geçerken, işte o zoraki-sahte-surata yapışmış gülümseme kalbimi acıttı yeniden.

Neyse, o omuzlarımdan bir türlü kalkmak bilmeyen yük sayesinde ben boyun, omuz, sırt, üst kol, göğüs, kalp, kaburga ve dahi kalça, kasık, bacak esnetmenin ve güçlendirmenin türlü türlü yolunu aradım, aradıkça buldum, öğrendikçe açıldım. Çok sevdiğim Elif İşcan’ın dediği gibi, EN BÜYÜK ÖĞRETMENİM BİR ZAMANLAR LANETİM OLARAK GÖRDÜĞÜM ŞEYİN TA KENDİSİYMİŞ.

Bundan da yaklaşık 1 sene sonra, “duygusal yük” neymiş ve nasıl bırakılırmış bu sefer hiç tanımadığım birinden öğrendim, onu tanıdıkça çok sevdim, “BANA BIRAK” dedi (ama usulca dedi büyük harflerlerle değil), Irmak Bayindir bir gün bana kahkahalarla gülerek “SENİN BU OMUZLARINDAKİ YÜKÜ KİM ALDIIIIIIII???” diye sorduğunda cevabı aslında hepimiz biliyorduk: Hayatımdan ilk defa başkasından önce ben kendimi sevmiştim, ben kendime doğruyu söylemiştim VE ANCAK ONDAN SONRA GELMİŞTİ zorlandığımı anında hisseden ve “bana bırak” diyen, güven veren, sevgisiyle beni esneğe çeviren kendi güzel kalbi güzel adam – kıymetini bildim. Ona gülümsemek hep içimden geldi.

Geldik mi bugüne! ÇOK ACAYİP geriye eğiliyorum artık, köprülerden pinça mayuralara geçiyorum VALLAH, diye bitirmeyeceğimi bedene aşina olanlar tahmin etmiştir. Yaşadığımızın adı hayat, ve hayat kendi ritminde akıyor. Omuzlarım eskiye göre çok daha rahat, boynum artık pek tutulmuyor, ve ağzımda hiç mi hiç bakla ıslanmıyor artık 😀 Her geriye eğilmem neşeyle olmasa da Dhanurasanada ve Camatkarasanada vahşice eğleniyorum, daha da zevk aldığım bir şey var ki, bir zamanlar benim sandığım gibi kendilerini “AY BEN HİÇ ESNEK DEĞİLİM YAPAMIYCAM” sananlarla çalışmak, öğrendiklerimizi paylaşmak, ve HER ŞEYİN BİR YOLU, HERKESİN KENDİ YOLU OLDUĞUNU hatırlamak.

Üç senelik bir fotoğraf bulmamla başlayan bu postun macerası burada bitiyor, yeni maceralarda görüşmek üzere, sevgiler!